Sosyalizm ve Kiliseler

Rosa Luxemburg : Dünya İşçi Sınıfının en büyük kadın önderi!

5 Mart 1871’de Polonya’nın Lublin kentinde orta halli bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Rosa Luxemburg çocukluğunu ve bilahare gençliğini çok iyi bir eğitim alarak geçirdi. Gençlik yıllarında Polonya, Rus, Alman ve Fransız edebiyatıyla ilgilenmenin yanı sıra resimle, şiirle, antropolojiyle, tarihle ve felsefeyle uğraştı. Ülkesi o sıralar Çarlık Rusya’sının işgali altında olduğu için Polonya’nın milli bağımsızlık mücadelesine katıldı. Aynı gençlik yıllarında Polonya’nın işçi sınıfı örgütüyle ilişki kuran Luxemburg Çarlık rejiminin uyguladığı baskı karşısında 18 yaşında Zürih’e kaçmak zorunda kaldı. Bu şehirde üniversiteye giren Rosa Luxemburg felsefe okumaya başladı. Bunun yanı sıra fen ve matematik derslerini de izliyordu. 1872’de Hukuk Fakültesine girdi ve Polonya’da sanayiin gelişimi üzerine doktora tezini savundu. İsviçre’nin sıkıcı ve sakin havasından sıkılan Rosa sonuçta işçi sınıfı hareketinin en güçlü olduğu Almanya’ya göçtü. O sırada Alman Sosyal Demokrat Partisi (SDP) çok güçlü bir Marksist partiydi. Alman işçi sınıfının çoğunluğunu örgütlemiş olan bu partinin onbinlerce üyesi, milyonlarca oyu, 100 milletvekili, en az 3 merkezi gazetesi, 300 kadar yerel gazetesi, binlerce parti lokali ve bir teorik yayın organı vardı. Zekası ve çalışkanlığıyla daha genç yaşta partinin yöneticilerinin dikkatini çeken Luxemburg partinin bütün yayınlarında yazmaya başlamasının yanı sıra işçilere eğitim vermeye de başladı. Çok kuvvetli bir kalemi olduğu için ve hitabeti de etkili olduğundan işçiler arasında çok sevilmeye başlandı. Alman işçilerinin en mücadeleci kesimleri onun seminerlerini, konferanslarını ve açık hava toplantılarındaki konuşmalarını heyecanla izliyorlardı. İlk defa bir kadın işçi Önder’i Alman işçi sınıfının ileri kesimleri üzerinde bu kadar etkili oluyordu. Bu durum partinin geleneksel liderlerini rahatsız etmeye başladı. Onlar, Rosa Luxemburg’un sıradan işçiyi etkilemesini ve iktidarı almak için bu işçilere genel grev çağrısı yapıyor olmasını hazmedemiyorlardı. “Sen kim oluyorsun? Otur oturduğun yerde” diyorlardı. Rosa bu Sosyal Demokrat yöneticilerin aslında işçi sınıfını sattığını ve büyük patronlarla anlaştıklarını fark etmeye başladı. Çünkü onlar işçi sınıfının kendi iktidarındansa koltuklarını düşünmeye başlamışlardı. Üstelik de savaş patlak  verdiğinde uluslararası işçi kardeşliğini değil her ülkenin işçi sınıfının birbirini boğazlamasını savundular. Yani emperyalist ülkeler arasında Savaş’tan yana çıktılar. Bu savaşta milyonlarca işçi hayatını kay etti. Patronlar kazandı. Rosa Luxemburg ve arkadaşları “bütün ülkelerin işçileri birleşin, birbirinizle savaşmayın, önce kendi ülkenizdeki patronların iktidarına son verin, onların vatanı sadece paradır, dünya barışını onların iktidarın son vererek ulaşabilirsiniz, savaşta birbirinizi öldürerek değil” dediler. Sosyal Demokrat yöneticiler ileride Hitler’in adamları olacak çetecilere Rosa Luxemburg’u ve arkadaşlarını öldürttüler.

Onlar öldürülmemiş olsaydılar Alman işçi sınıfı bir önderliğe sahip olacaktı ve muhtemelen bir süre sonra gerçekleşecek işçi sınıfı ayaklanmasında patronların düzenini devirip kendi iktidarını kuracaktı. O zaman da daha bundan yüz sene önce kapitalizm ve emperyalizm yıkılmış olacak dünya bugünkü felaket durumuna girmeyecekti. İnsanlığın tarihi o zaman değişmiş olacaktı. İşte büyük patronlar bunun için Rosa Luxemburg’u ve yoldaşlarını katlettiler.

Rosa Luxemburg elinizdeki bu makaleyi Polonyalı işçilere hitaben lehçe yazdı. Polonyalı işçiler İspanyol işçiler kadar Avrupa’nın en dindar işçileriydi. Rosa Luxemburg onlara çok basit ve etkileyici bir dille ama hiç kabalaşmaya kaçmadan Hristiyan/Katolik ruhban sınıfın nasıl patronlarla işbirliği içinde olduğunu anlatıyor. 1905 yılında yazılan bu broşür bugün bile geçerliliğini bütün sıcaklığıyla korumaya devam ediyor.

***

Yazıldığı tarih: 1905.
İlk yayınlanışı:  Polonya Sosyal Demokrat Partisi tarafından 1905’te.
Kaynak: Rusça çevirisi Moskova’da 1920’de ortaya çıktı. A 1937’de Fransız Sosyalist Partisi Fransızca çevirisini yayınladı. Juan Punto tarafından Fransızca’dan İngilizce’ye çevrildi. İlk İngilizce çevirisi Socialist Review tarafından yayınlandı.

Rosa Luxemburg

Birinci Bölüm

Ülkemiz ve Rusya işçileri Çarlık Hükümetine ve kapitalist sömürücülere karşı cesurca mücadele etmeye başladığından bu yana, papazların gitgide artan bir şekilde, vaazlarında, mücadele eden işçilere karşı konuştuklarını fark ediyoruz. Ruhban sınıfı sosyalistlere karşı olağanüstü bir coşkuyla savaşıyor ve her yolla onları işçilerin gözünde alçaltmaya çalışıyor.  Pazarları kiliseye giden, dini festivallere giden inançlı insanlar buralarda gitgide daha sıklıkla bir vaaz dinlemek ve dini teselli bulmak yerine, şiddetli bir siyasi nutku, sosyalizme yönelik açık bir ithamı dinlemek zorunda kalıyorlar. Rahipler, kaygılarla dolu olan, üzerlerinde zorlu yaşamlarının yorgunluğunu taşıyan ve Hıristiyanlık inançları ile kiliseye giden bu insanların yüreğine su serpmek yerine, konuşmaları ile greve giden işçilere ve hükümete muhalif olanlara ateş püskürüyorlar. Dahası onlara alçak gönüllülük ve sabır ile yoksulluğa ve baskıya katlanmalarını öğütlüyorlar. Kiliseyi ve vaaz kürsüsünü bir siyasi propaganda mecrasına çeviriyorlar.

İşçiler şundan emin olabilirler ki ruhban sınıfı ile sosyal demokratlar arasındaki savaşa sosyal demokratlar sebep olmuş değillerdir. Sosyal demokratların amacı işçileri sermayeye karşı, yani onları kanlarının son damlasına kadar ezen sömürücülere karşı ve halkları rehin almış olan Çarlık hükümetine karşı mücadelede birleştirmek ve örgütlemektir. Ama sosyal demokratlar hiçbir zaman işçileri ruhban sınıfına karşı mücadeleye yönlendirmez veya dini inançlara müdahale etmeye kalkışmaz, hiçbir şekilde! Sosyal demokratlar, tüm dünyadakiler ve bizim ülkemizdekiler de, vicdanı ve kişisel fikirleri kutsal görürler. Herkes kendisine mutluluğu sağlayabileceğini düşündüğü inanca veya fikirlere sahip olabilir. Hiç kimsenin başkalarını dini inançlarından dolayı sıkıştırmaya veya bu inançlara saldırmaya hakkı yoktur. Sosyalistler böyle düşünürler. Ve başka nedenlerin yanında bu nedenle de sosyalistler herkesi Çarlık rejimine karşı mücadelede birleştirmeye çalışırlar çünkü bu rejim sürekli olarak insanların inançlarına saldırmaktadır; Katolikleri, Rus Katoliklerini[1] , Yahudileri, dinsizleri ve özgür düşünceli kimseleri hiç rahat bırakmamaktadır. İnanç özgürlüğünü en güçlü savunanlar tam olarak sosyal demokratlardır. Sadece bu sebeple bile ruhban sınıfının aslında emekçi insanları aydınlatmaya çalışan sosyal demokratlara destek olması gerekirdi. Sosyalistlerin işçi sınıfına taşımaya çalıştığı öğretileri doğru bir şekilde anladığımızda ise, ruhban sınıfının onlara karşı nefreti daha da anlaşılmaz olmaktadır.

Sosyal-demokratlar emekçi halkın zenginler tarafından sömürülmesine son vermeyi öneriyorlar. Normalde kilisenin hizmetkârlarının bu ödevi sosyal demokratlar için kolaylaştırmaya ilk koşanlar olmasını beklersiniz. Hazreti İsa (ki rahipler onun hizmetkârıdır) “Bir zenginin cennete girmesi bir devenin iğnenin deliğinden geçmesinden zordur.” dememiş midir?  Sosyal-demokratlar her ülkede tüm vatandaşların eşitliğine, özgürlüğüne ve kardeşliğine dayanan toplumsal rejimler getirmeye çalışıyorlar. Eğer ruhban sınıfı “Komşunu kendin gibi seveceksin” ilkesinin gerçek yaşamda uygulanmasını gerçekten istiyorsa neden sosyal demokratların propagandasını güçlü bir şekilde desteklemiyorlar? Sosyal demokratlar, her şeyi göze alan bir mücadeleyle, halkı eğiterek ve örgütleyerek, onları içerisinde yer aldıkları haksızlığa uğramışlık, ezilmişlikten çıkartmayı ve onlara çocukları için daha güzel bir gelecek sunmayı istiyorlar. Herkes şunu teslim etmeli ki içinde yaşadığımız bu çağda ruhban sınıfı sosyal demokratları kutsuyor olmalı; çünkü “Yoksullar için ne yaparsanız, benim için yapmış olursunuz” diyen onların hizmet ettikleri İsa değil midir?

Ama bir taraftan sosyal demokratları kiliseden aforoz eden ve onlara rahat vermeyen, diğer taraftan da işçilere eziyete sabırla katlanmalarını, yani kapitalistler tarafından sömürülmeye sabırla boyun eğmelerini buyuran bir ruhban sınıfı ile karşı karşıyayız. Ruhban sınıfı sosyal demokratlara saldırıyor, işçilere derebeylerine karşı “isyan” etmemeyi öğütlüyor. Bunun yerine savunmasız insanları öldüren, milyonlarca işçiyi savaş mezbahasına gönderen, Katoliklere, Rus Katoliklerine ve “Kadim Müminlere”[2] rahat vermeyen bu hükümetin baskısına itaatkârca boyun eğmeyi öğütlüyor. Ruhban sınıfı böylelikle kendisini zenginlerin sözcüsü, sömürünün ve baskının savunucusu konumuna getirmekte ve Hıristiyanlık öğretisi ile de alenen çelişmektedir. Piskoposlar ve rahipler bugün Hıristiyan öğretisinin yayıcıları değil, Altın Buzağı’ya ibadet edenlerdir, fakirleri ve savunmasızları kırbaçlayan Kamçıyı kutsayanlardır.  

Yine herkes rahiplerin nasıl işçiler üzerinden para kazandıklarını da biliyor. İşçilerden nasıl evlenirlerken, vaftiz yaptırırken ve cenazede para aldıkları çok iyi biliniyor. Hasta bir adamın yanına son bir dini tören için gelmesi istendiğinde rahibin “ücreti” verilmeden bu görevi yerine getirmeyi reddettiği görülmemiş bir şey midir? İşçi çaresizlik içerisinde gider ve elinde kalmış son bir malını satar veya rehine verir ki ölüm döşeğindeki akrabasına bir dini teselli sunabilsin. 

Bazı kilise insanlarının farklı olduğu da doğrudur. Kimi din adamları iyilik ve acımayla doludur, çıkar peşinde koşmazlar ve her zaman yoksullara yardım etmeye hazırdırlar. Ama böylelerinin nadir göründüğünü de itiraf etmeliyiz; bunlara ancak beyaz renkli karatavuklar kadar sıklıkla rastlanır. Rahiplerin çoğu ışıldayan yüzleri ile zengin ve güçlü olanlara selam durup onların çevresinde dönerler ve her türlü ahlak bozuklukları, her türlü günahları için onları sessizce aklarlar. Söz konusu işçiler olunca ise ruhban sınıfı tümüyle farklı davranır; sadece onların içine acınma duygusu yerleştirmeye çalışırlar. Sert vaazlarında işçilerin “açgözlülüklerini” kınarlar, oysa işçilerin tek yaptıkları kapitalizmin zulmüne karşı kendilerini savunmaktır. Ruhban sınıfının yaptıkları ile Hıristiyanlığın öğretileri arasındaki apaçık çelişki üzerine herkes düşünmelidir. İşçiler nasıl olup da işçi sınıfının özgürlük mücadelesinde Kilisenin hizmetkârlarını yanlarında değil de karşılarında bulduklarını anlamamaktadırlar. Neden kilise sömürülenlerin sığınağı olacağına, zenginliğin ve kanlı baskının savunulması rolünü üstlenmektedir? Bu garip durumu anlamak için Kilisenin tarihine bakmak ve yüzyıllar içerisinde geçirmiş olduğu evrimi incelemek yeterlidir.

İkinci Bölüm

Ruhban sınıfının sosyal-demokratlara karşı çıktığı başlıca konu “komünizmi” getirmek istiyor olmalarıdır. Öncelikle belirtelim “Komünizme” karşı savaşan bugünün rahiplerinin aslında ilk Hıristiyan havarileri lanetliyor olduklarını fark etmek çarpıcıdır. Çünkü bu ilk havariler aslında ateşli komünistlerdi.

İyi bilindiği gibi Hıristiyanlık dini antik Roma’da, daha önce zengin ve güçlü olan, bugünkü İtalya, İspanya, Fransa’nın bir bölümü, Türkiye’nin bir bölümü, Filistin ve kimi diğer bölgeleri kaplayan imparatorluğun gerileme döneminde ortaya çıktı. İsa’nın doğduğu zamanda Roma imparatorluğunun durumu bugünkü Çarlık Rusya’sına çok benziyordu. Bir tarafta bir avuç zengin tembellik ederek her türlü lüks ve zevkin içerisinde yaşıyordu. Diğer tarafta ise yoksulluktan kırılan büyük bir kitle vardı. Herşeyin üzerinde ise despotik bir hükümet şiddete ve yozlaşmaya dayalı şekilde alçakça bir baskı uyguluyordu. Tüm Roma İmparatorluğu tam bir kargaşaya saplanmış, dış düşmanların tehditleriyle sarılmıştı.  İktidarda olan dizginsiz askeri güç acınacak durumda olan halka zulmediyordu. Kırsal kesimler ıssızdı, ülke yakılıp yıkılmıştı; şehirlerde, özellikle de başkent Roma’da sefil durumda olan halk gözlerini nefretle zenginlerin saraylarına dikmişti; insanların yiyecek ekmeği, barınacak barınağı, giyecek giysisi yoktu; umudu, yoksulluktan kurtulmak için bir şansı yoktu.

Çöküş dönemindeki Roma ile Çarlık İmparatorluğu arasında tek bir fark vardır; Roma’da kapitalizm hakkında hiçbir şey bilinmiyordu; orada ağır sanayi yoktu. O dönemde Roma’da kabul edilen düzen kölelikti. Soylu aileler, zenginler savaşta kazandıkları köleleri çalıştırarak her türlü ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Zaman içinde bu zenginler köylülüğü topraklarından ederek İtalya’nın hemen hemen tüm vilayetlerini ele geçirdiler. Ele geçirilen tüm vilayetlerde tahıllara vergi olarak el koydukları için, elde ettikleri geliri kendi mülklerinde, devasa plantasyonlarında, bağlarında, meralarında, meyveliklerinde ve zengin bahçelerinde harcıyorlardı. Buralarda gözetmenlerin kamçısının tehdidi altında köle orduları çalıştırılıyordu. Toprakları ve ekmekleri ellerinden çalınmış olan kırsal kesim insanları tüm vilayetlerden başkente akıyordu. Ama burada da geçimlerini sağlayamıyorlardı çünkü tüm işler köleler tarafından yapılıyordu. Bu şekilde Roma’da hiçbir şeye sahip olmayanların kalabalık bir ordusu oluştu – proletarya[3] – ama bunların işgüçlerini satma olanakları bile yoktu. Kırsal kesimden gelmiş olan bu proleterya bugün olduğu gibi sanayi işletmeleri tarafından da emilemiyordu; umutsuz bir yoksulluk içerisine sürükleniyor ve dilenmek zorunda kalıyorlardı. İşsiz ve aç olan ve Roma’nın kenar mahallelerini, açık alanlarını ve sokaklarını dolduran büyük sayıdaki bu kitle hükümete ve varlıklı sınıflara yönelik sürekli bir tehdit oluşturuyordu. Bu nedenle de hükümet kendi çıkarı için yoksulluğu azaltacak şeyler yapmak durumunda kalıyordu. Zaman zaman devletin depolarındaki mısır ve diğer yiyeceklerden bir kısmını proleteryaya dağıtıyordu. İnsanlara yaşadıkları zorlukları unutturmak için bedava sirk gösterileri düzenliyordu. Emeği ile tüm toplumu idame ettiren bugünün proleteryasından farklı olarak, Roma’nın muazzam proleteryası yardımlarla geçiniyordu.

Roma toplumu için çalışanlar kendilerine hayvan muamelesi yapılan sefil durumdaki kölelerdi. Bu yoksulluk ve yozlaşma keşmekeşinde bir avuç Roma ileri geleni hayatlarını cümbüşlerde ve sefahatta geçiriyordu. Bu korkunç toplumsal koşullardan bir çıkış yok gibi görünüyordu. Proleterya homurdanıyordu ve zaman zaman ayaklanma tehdidinde bulunuyordu ama bir dilenciler sınıfı, efendilerin sofrasından atılan kırıntılarla yaşayanlar yeni bir toplumsal düzen kuramazlardı. Tüm bir toplumu emekleri ile idame ettiren köleler ise çok ezilmiş, çok dağınık, çok fazla boyunduruk altında idiler. Hayvan gibi muamele görüyor ve toplumu dönüştürmelerine elvermeyecek kadar diğer sınıflardan yalıtılmış halde yaşıyorlardı.  Sıklıkla kendi efendilerine karşı isyan ediyor, kanlı mücadelelerle kendilerini özgürleştirmeye çalışıyorlar ve Roma ordusu her seferinde bu isyanları bastırıyor, binlerce köleyi öldürüyor, onları çarmıha geriyordu.

İnsanların içinde yaşadıkları trajik koşullardan çıkış imkânının, daha iyi bir yaşam umudunun olmadığı bu dağılan toplumda, sefiller kurtuluşu Cennette arıyordu. Hıristiyanlık dini bu mutsuz insanlara bir can yeleği, bir teselli olarak göründü, yüreklendirici geldi ve en baştan itibaren Romalı proleterlerin dini haline geldi. Bu sınıfa mensup insanların maddi durumuna uygun olarak ilk Hıristiyanlar ortak mülkiyet talebini –yani komünizmi- ileri sürdüler. Daha doğal ne olabilirdi? İnsanlar asgari geçim araçlarından yoksundu ve yoksulluktan ölüyorlardı. İnsanları savunan bir din, zenginlerin, sadece bir avuç imtiyazlı insana değil herkese ait olması gereken zenginlikleri fakirlerle paylaşması gerektiğini söyleyen, tüm insanların eşitliğini vaaz eden bir din büyük başarı kazanırdı. Ancak bu talebin bugün sosyal demokratların ortaya koyduğu, iş araçlarının, üretim araçlarının ortak mülkiyet haline getirilmesi ve böylelikle tüm insanlığın uyumlu bir birlik halinde çalışıp yaşayabilmesi talebi ile ortak hiçbir yanı yoktu.

Roma proleterlerinin çalışarak değil hükümetin azar azar dağıttığı sadakalarla yaşıyor olduklarını gözlemleyebildik. Bu yüzden Hıristiyanların müşterek mülkiyet talebi üretim araçlarıyla değil tüketim araçları ile ilişkiliydi. Onlar toprağın, atölyelerin ve iş araçlarının kolektif mülkiyet haline gelmesini değil, yaşam için en gerekli olan her şeyin, evlerin, giysilerin, gıdanın ve bitmiş ürünlerin bölüştürülmesini talep ettiler. Hıristiyan komünistler bu zenginliklerin kaynağını soruşturmamaya dikkat ettiler. Üretim işi her zaman kölelere düşüyordu. Hıristiyanlar sadece zenginliğe sahip olanların Hıristiyanlık dinini benimsemelerini ve zenginliği ortak mülk haline getirmelerini, böylece herkesin bu iyi şeylerden eşitçe ve kardeşçe faydalanabilmesini istediler.

Aslında ilk Hıristiyan topluluklar bu şekilde örgütlendi. O dönemde yaşayan biri şöyle yazıyordu:

“Bunlar servete inanmıyorlar, onun yerine müşterek mülkiyeti öğütlüyorlar ve aralarından hiçbiri diğerlerinden daha fazlasına sahip değil. Onların düzenine girmek isteyenin servetini müşterek mülkiyete katması gerekiyor. Bu yüzden de onların arasında ne yoksulluk var, ne de lüks – hepsi kardeşler gibi her şeye birlikte sahipler. Şehirde birbirlerinden ayrı yaşamazlar ama hepsinin kendine ait evleri vardır. Dinlerine mensup yabancılar oraya gelecek olsa, mülklerini onlarla paylaşırlar, yeni gelenler de mülklerden onlarınmış gibi faydalanabilir. Bu insanlar, birbirlerini daha önceden tanımıyor olsalar da, birbirlerini hoş karşılar ve ilişkileri çok arkadaşçadır. Seyahat ettiklerinde yanlarında sadece soygunculara karşı bir silah taşırlar. Her şehirde olmak üzere, seyahatlerinde oradan geçenlere giysi ve yemek dağıtan sorumlu kâhyaları vardır. Onların arasında ticaret yoktur. Bunun yerine üyelerden biri diğerine ihtiyacı olan bir şey sunduğunda, karşılığında başka bir şeyler alır. Ama her biri, karşılığında verebilecek hiçbir şeyi yoksa bile ihtiyacı olanı talep edebilir.”

Elçilerin İşleri’nde (4: 32, 34, 35) Kudüs’teki ilk topluluğun şöyle tasfir edildiğini okuyoruz: “Hiç kimse kendi mallarını kendisine ait olarak saymıyordu; herşey ortaktı. Toprakları veya evleri olanlar bunları sattıklarında aldıkları parayı getirir Havarilerin ayaklarının önüne bırakırdı. Ver bu para herkese ihtiyaçlarına göre paylaştırılırdı.”

1780 yılında Alman tarihçi Vogel de ilk Hıristiyanlara ilişkin hemen hemen aynı şeyleri yazıyordu:

 “Kural uyarınca her Hıristiyan, topluluğun tüm üyelerinin mülkünde hak sahibiydi; istediğinde daha zengin üyelerin servetlerini onun ihtiyaçlarına göre bölmelerini talep edebilirdi. Her Hıristiyan kardeşlerinin mallarını kullanabilirdi; herhangi bir şeye sahip olan Hıristiyanlar bunu kardeşlerinin kullanmasına karşı çıkamazdı. Bu nedenle evi olmayan bir Hıristiyan iki veya üç evi olandan onu evine almasını talep edebilirdi; ev sahibi sadece kendi yaşadığı evini kendisine saklayabilirdi. Ama malların ortak kullanımından dolayı evi olmayana barınma hakkı verilmeliydi.”

Para ortak bir sandığa konurdu ve topluluğun bu amaçla özel olarak görevlendirilmiş bir üyesi müşterek zenginliği herkese bölüştürürdü. Bu kadarla da kalmıyordu. İlk Hıristiyanlar arasında komünizm o derece ileriydi ki yemeklerini de birlikte yiyorlardı (bakınız Elçilerin İşleri). Bu nedenle aile yaşamları ortadan kalkmıştı; bir şehirdeki tüm Hıristiyan aileler, büyük bir aile gibi bir arada yaşıyorlardı.

Son olarak şunu da ekleyelim. Bazı rahipler kadınların da ortaklığından yana olduklarını söyleyerek Sosyal Demokratlara saldırıyorlar. Bu elbette ruhban sınıfının öfkesinden veya cehaletinden kaynaklanan büyük bir yalan. Sosyal demokratlar bunu evliliğin utanç verici ve kaba bir tahrifatı olarak görürler. Ancak bu uygulama ilk Hıristiyanlar arasında olağandı.[4]
 

Üçüncü Bölüm

Dolayısıyla birinci ve ikinci yüzyılların Hıristiyanları ateşli komünizm taraftarlarıydı. Ama bu komünizm bitmiş ürünlerin tüketimine dayalıydı, çalışmaya dayalı değildi ve toplumu reforme edebilme, insanlar arasındaki eşitsizliklere son verme ve zenginleri fakirlerden ayıran bariyerleri yıkma becerisine sahip olmadığı görüldü. Çünkü aynı öncesinde olduğu gibi emeğin yarattığı zenginlikler sınırlı bir grup varlıklının elinde toplanmaya devam etti, çünkü üretim araçları (özellikle toprak) kişisel mülk olarak kaldı, çünkü emek – tüm toplum için – köleler tarafından sunuluyordu. Geçim araçlarından yoksun olan halkın tek alabildiği, o da zenginlerin keyfine kalmış bir şekilde, sadaka oluyordu.

Bir yandan bir avuç insan kendi kullanımı için tüm ekilebilir arazilere, ormanlara ve otlaklara, çiftlik hayvanlarına ve çiftliklere, tüm atölyelere, araçlara ve üretim malzemelerine sahipse, diğer yandan ise ezici çoğunluk üretim yapmak için gerekli hiçbir şeye sahip değilse, o zaman insanlar arasında eşitlik diye bir şey olması mümkün değildir. Bu koşullarda toplum apaçık bir şekilde iki sınıfa bölünmüş olarak ortaya çıkar, zenginler ve fakirler, lüks içinde yaşayanlar ve yoksulluk içinde yaşayanlar.  

Bir anlığına zengin mülk sahiplerinin Hıristiyanlık doktrininden etkilenerek para, tahıl, meyve, giysi ve hayvan olarak ellerinde bulunan zenginlikleri bölüşmeyi önerdiklerini varsayalım, sonuç ne olurdu? Birkaç haftalığına yoksulluk ortadan kalkardı ve halk beslenebilir ve giyinebilirdi. Ama bitmiş ürünler hızla tüketilir. Kısa bir süre sonra dağıtılan zenginlikleri tüketen insanların elleri yine boş kalır. Toprağın ve üretim araçlarının sahipleri ise kölelerin sağladığı emek sayesinde daha fazlasını üretebilirler, dolayısıyla hiçbir şey değişmemiş olur. İşte bu nedenle sosyal demokratlar bu konulara Hıristiyan komünistlerden farklı bakıyor. Onlar şöyle diyorlar: “Zenginlerin yoksullarla paylaşmasını istemiyoruz. Yardım veya sadaka/zekat istemiyoruz; bunların hiçbiri insanlar arasındaki eşitsizliğin tekrarlanmasını engelleyemez. Bizim talep ettiğimiz hiçbir şekilde zenginlerle yoksullar arasında bir paylaşım yapılması değildir, zenginlerin ve yoksulların tümüyle yok edilmesidir”. Bu ancak tüm zenginlik kaynaklarının, toprağın ve tüm diğer üretim araçlarının ve iş aletlerinin, herkesin ihtiyaçları doğrultusunda kendisi için üretim yapacak olan emekçilerin müşterek mülkiyeti haline gelmesi koşulu ile mümkündür. İlk Hıristiyanlar mal sahiplerinin sunacağı zenginlikler ile proleteryanın yoksulluğuna çare bulunabileceğine inandılar.  Bu bir elekle su çekmeye benzer! Hıristiyan komünizmi sadece ekonomik durumu değiştirme veya düzeltme yeteneğinden yoksun olmakla kalmadı; hayatta da kalamadı.

Başlangıçta, yeni bir Mesihin takipçileri Roma toplumunda henüz sadece küçük bir grup iken, ortak stoğun paylaşılması, yemeklerin ortak yenilmesi ve aynı çatı altında yaşamak uygulanabilir idi. Ancak Hıristiyanların sayısı artıp İmparatorluk coğrafyası boyunca yayılınca taraftarlarının bu komünal hayatı daha zor hale geldi.  Kısa süre sonra ortak yemek yeme âdeti ortadan kayboldu ve malların bölüşümü de farklı bir hal aldı. Hıristiyanlar artık tek bir aile gibi yaşamıyorlardı; herkes kendi malının sorumluluğunu üstleniyordu ve artık mallarının tümünü değil ancak kendilerine fazla geleni topluma sunuyorlardı. Daha zengin olanlarının ortak yapıya hediyeleri artık ortak bir hayata katılım niteliğini kaybediyordu ve kısa sürede sadece sadaka vermeye dönüştü çünkü zengin Hıristiyanlar artık ortak mülkiyetten faydalanmıyorlar ve sahip olduklarının ancak bir bölümünü diğerlerinin hizmetine koşuyorlardı. Bu hayırseverin niyetine bağlı olarak daha büyük veya daha küçük bir bölüm olabilirdi. Dolayısıyla Hıristiyan komünizminin merkezinde de, aynı şekilde, zenginle fakir arasında, aynı Roma İmparatorluğunda hüküm süren ve ilk Hıristiyanların savaştıkları türden bir fark ortaya çıktı.  Kısa süre içerisinde komünal yemeklere katılanlar sadece yoksul Hıristiyanlar – ve proleter olanlar – olmaya başladı. Kendi zenginliklerinden bir kısmını yoksullara sunan zenginler ise buralardan uzak durmaya başladılar. Yoksullar zenginlerin verdikleri sadakalarla yaşıyorlardı ve toplum yine eski haline dönmüştü. Hıristiyanlar hiçbir şeyi değiştirememişlerdi.

Ancak yine de Kilise adamları uzun süre ateşli konuşmaları ile Hıristiyan toplumunun içine eşitsizliğin sızmasına karşı mücadele ettiler; zenginleri kınadılar ve onlara ilk havarilerin dönemindeki komünizme geri dönmeyi öğütlediler.

Aziz Basil, İsadan sonra dördüncü yüzyılda, zenginlere karşı şu şekilde vaaz veriyordu:

“Zavallılar, yargıya çekildiğinizde nasıl kendinizi savunacaksınız? Bana diyorsunuz ki “Bize ait olanı kendimize saklıyoruz diye ne kabahatimiz var?” Ben de size soruyorum: “Benim malım dediğiniz şeyi nasıl elde ettiniz? Mal sahipleri, eğer herkese ait olanları kendi mülklerine almıyorlarsa, nasıl zengin oluyorlar? Eğer herkes sadece ihtiyacı olan kadarını alsaydı ve geri kalanı diğerlerine bıraksaydı, ne zengin ne de fakir olurdu.”

Hıristiyanlara en tutkulu şekilde Havarilerin ilk komünizmine dönüşü vaaz eden Konstantinopolis Patriği Aziz İoannis Hrisostomos idi (doğumu Antakya 347, ölümü Ermenistan 407). Bu meşhur vaiz Elçilerin İşleri’nde geçen 11. Vaazında şöyle diyordu:

“Ve aralarında büyük hayırseverlik vardı (Havariler): Aralarından hiçbiri fakir değildi. Hiçbiri kendisine ait olanları kendisinin olarak görmüyordu, tüm malları ortaktı… Hepsi büyük hayırseverdi. Bu hayırseverlik şuna dayanıyordu ki aralarında malları olanlar bu mallarından vazgeçmekte hiç tereddüt etmediği için aralarında yoksul yoktu.

Servetlerini ikiye bölüp bir parçasını kendilerine saklıyor, diğer parçasını veriyor değillerdi: neleri varsa hepsini veriyorlardı. Bu yüzden aralarında eşitsizlik yoktu; hepsi de bolluk içinde yaşıyordu.  Herşey tümüyle saygı çerçevesinde yapılıyordu. Alan el veren eli görmüyordu: Verdikleri ile hava atmıyorlardı; mallarını havarilerin ayaklarına getiriyorlardı ve havariler bu malların denetçisi ve sahibi haline geliyordu. Daha sonra bu malları artık bireylerin değil, topluluğun malları olarak kullanıyorlardı. Bu şekilde kibirli bir şöhret kazanma çabalarının önünü kesiyorlardı. Ah! Neden bu gelenekler unutuldu? Zengin fakir hepimiz bu dini yöntemlerden faydalanmalı ve bunlara uymaktan aynı derecede keyif almalıyız. Mallarını ortaya koyarak zenginler fakirleşmeyecektir, fakirler ise zenginleşecektir… Ama biz şimdi ne yapılması gerektiğini tam olarak söyleyelim…

 “Şimdi varsayalım – ne zenginlerin ne de fakirlerin paniğe kapılmalarına gerek yok çünkü sadece varsayımda bulunuyoruz– varsayalım bize ait olan her şeyi sattık ve elimize geçenleri ortak bir havuza koyduk. Ne kadar çok altın toplanırdı! Tam olarak ne kadar olurdu söyleyemem ama eğer her birimiz, kadın erkek fark etmeksizin zenginliklerini buraya getirecek olsaydı, tarlalarını, mallarını ve evlerini satacak olsalardı – kölelerden bahsetmiyorum çünkü Hıristiyan toplumunda köle yoktu, köle olanlar da serbest bırakılmıştı – eğer herkes aynı şeyi yapsaydı, çok büyük miktarlarda altın ve para toplanırdı.

“Peki! Sizce bu şehirde kaç kişi yaşıyor? Kaç Hıristiyan yaşıyor? Yüz bin kişi olduğunu kabul eder misiniz? Geriye kalanlar Yahudiler ve putperestlerdir. Bir araya getirmemiz gerekmeyenler kaç kişidir? Şimdi yoksulları sayarsanız ne bulursunuz? En fazla elli bin yoksul insan vardır. Bunların hergün beslenebilmeleri için ne gerekir? Gıda tedariği ve yeme ortaklaşa örgütlenecek olsa masrafın çok da yüksek olmayacağını tahmin ediyorum.

 “Belki şöyle diyeceksiniz, ‘Peki bütün bu mallar tükendiğinde bize ne olacak?’ Ne çıkar! Bu hiç olur mu sanıyorsunuz? Böyle davrandığımızda tanrının lütfu bin kat daha fazla bizimle olmaz mı? Böylece cenneti yeryüzünde var etmiş olmaz mıyız?”

Bu malların müşterekliği vaktiyle üç ila beş bin insan arasında var olmuş ve bu kadar güzel sonuçlar vermiş, bu insanlar arasında yoksulluğu ortadan kaldırmış ise, bu kadar çok insan arasında uygulansa neler olmaz! Ve paganların kendi aralarında da kim ortak hazineyi artırmak konusunda tereddüt eder? Sadece bir avuç insanın sahip olduğu zenginlik çok daha kolayca ve hızla harcanır; yoksulluğun sebebi mülkiyetin dağılımıdır. Bir karı koca ve on çocuğundan oluşan bir evi örnek olarak alalım, kadın yün dokuma yapıyor, erkek dışarıda yaptığı işten aldığı ücreti eve getiriyor; bu aile hep birlikte yaşadığı durumda mı daha fazla harcar yoksa ayrı ayrı yaşadığında mı? Elbette ayrı yaşarlarsa daha fazla harcamaları olur. Eğer çocuklar ayrı evlerde yaşayacaklarsa on tane ev, on ayrı masa, on hizmetçi ve on ayrı ödenek gerekir. Örneğin birçok köleniz varsa ne yaparsınız? Masrafları düşük tutmak için onların hepsini tek bir masada doyurmaz mısınız? Bölünme bir fakirleşme sebebidir; uyum ve irade birliği ise zenginlik sebebidir.

Manastırlarda hala ilk Kiliselerdeki gibi yaşanıyor. Ve buralarda kim açlıktan ölüyor? Orada yeterli yemek bulamayan oluyor mu? Yine de çağımız insanları bu şekilde yaşamaktan denize düşmekten korktuklarından daha fazla korkuyorlar! Bunu neden denemiyoruz? Denesek daha az korkardık. Bu ne kadar da iyi olurdu! Eğer sayıları sekiz bini ancak bulan bir avuç iman sahibi tüm dünyayı karşısına alarak, tümüyle düşmanlarla çevriliyken, dışarıdan hiçbir yardım almadan cesaret edip müşterek yaşamak yönünde cüretli bir girişim yapabildilerse, bugün tüm dünyada Hıristiyanlar varken bunun ne kadar daha fazlasını yapabiliriz. O zaman tek bir putperest kalır mı? Tek bir kişi bile kalmaz. Buna inanıyorum. Onların tümünü kendimize çeker ve kazanırız.”

Aziz İoannis Hrisostomos’un bu tutkulu vaazları bir işe yaramadı. İnsanlar artık Konstantinapol’de veya başka yerlerde komünizm kurmaya çalışmıyorlardı. Hıristiyanlığın genişlemesi ve 4. Yüzyıldan sonra Roma’da hâkim din haline gelmesinden sonra inananlar gitgide ilk Havarilerin örneğinden uzaklaştılar. Hıristiyan topluluğun kendi içerisinde bile inananlar arasında malların eşitsizliği arttı.

Yine 6. Yüzyılda Papa I. Gregorius şöyle diyordu:

“Başkalarının malını çalmamak hiçbir şekilde yeterli değildir; eğer Allahın herkes için yarattığı zenginliği kendinize saklıyorsanız yanlış yapıyorsunuz. Kendi sahip olduklarını başkasına vermeyen bir katildir; fakirlerin ihtiyacını karşılayacak şeyleri kendisi için sakladığında onun bolca sahip oldukları ile yaşayabilecek olanları öldürüyor olduğu söylenebilir; sıkıntı çekenlerle elimizdekileri paylaştığımızda bize ait olanı vermiş olmayız, onlara ait olanı vermiş oluruz. Bu bir merhamet değil, bir borcun ödenmesidir.”

Bu çağrılar karşılıksız kaldı. Ama kabahat hiçbir şekilde o günlerin Hıristiyanlarında değildi, aslında onlar bugünkü Hıristiyanlara göre Kilise adamlarının çağrılarına daha fazla karşılık veriyorlardı. Bu, tarihte ekonomik koşulların yapılan güzel konuşmalardan daha güçlü olduğunun görüldüğü ilk örnek de değildi.

İlk Hıristiyanların duyurdukları komünizm, malların tüketiminin müşterekliği, ortak mülk olan toprakta ve yine müşterek atölyelerde tüm nüfusun katıldığı bir müşterek emek olmaksızın yaşama geçirilemez. İlk Hıristiyanların döneminde (müşterek üretim araçları ile) müşterek emeğe geçmek imkânsızdı; çünkü daha önce de söylediğimiz gibi emek özgür insanlara değil toplumun kıyısında yaşayan kölelere dayanıyordu. Hıristiyanlık farklı insanların emekleri veya mülkiyetleri arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmayı taahhüt etmiyordu. Bu sebeple de tüketim mallarının dağıtımındaki eşitsizliği ortadan kaldırma çabaları sonuç vermedi. Kilise adamlarının Komünizmi bildiren sesleri karşılık bulmadı: Zaten bu sesler de gitgide daha az duyulur oldu ve sonunda tümüyle sustu. Kilise adamları ortaklığı ve malların bölüşümünü vaaz etmeyi bıraktılar çünkü Hıristiyan toplumunun büyümesi Kilisenin kendisinde temel değişikliklere yol açtı.

Dördüncü Bölüm

Başlangıçta Hıristiyanların sayısı azken, kelimenin gerçek manası ile bir ruhban sınıfı mevcut değildi. Bağımsız bir dini topluluk oluşturan inananlar her şehirde birleşiyordu. Allahın hizmetini yerine getirmek ve ayinleri düzenlemek için aralarından bir üyeyi sorumlu olarak seçiyorlardı. Her Hıristiyan papaz veya piskopos olabilirdi. Bu görevlere seçimle geliniyordu ve seçilenler geri alınabiliyordu. Bu onursal bir görevdi ve topluluğun kendi özgür iradesi ile vermiş olduğundan fazla bir güce sahip değildi. İnananların sayısı arttıkça ve Hıristiyan topluluklar sayıca artıp zenginleştikçe topluluğun işlerini yürütmek ve bir görevde olmak çok zaman ve tam odaklanma isteyen bir meslek haline geldi. Bu görevlerde olanlar artık bu görevleri kendi işlerinin yanı sıra yerine getiremedikleri için topluluğun üyeleri arasından sadece bu görevde olacak bir rahip seçme geleneği oluştu. Dolayısıyla topluluğun bu görevlilerine kendilerini bu işlere adadıkları için ödeme yapılması gerekti. Dolayısıyla Kilise içerisinde Kilise görevlilerinin yeni bir düzeni oluştu. Bu görevliler, yani ruhban sınıfı, kendilerini inananların ana gövdesinden ayırdı. Zenginlerle yoksullar arasındaki eşitsizliğin paralelinde bir başka eşitsizlik daha ortaya çıktı, ruhban sınıfı ile halk arasındaki eşitsizlik. Rahipler en başta eşitler arasından ve geçici bir görevi yerine getirme bakış açısı ile seçilirlerken, daha sonra kendilerini halkı yöneten bir kasta dönüştürdüler.

    Devasa Roma İmparatorluğunun şehirlerinde Hıristiyan topluluklar gitgide daha fazla kalabalıklaştıkça, yönetimin eziyet ettiği daha fazla sayıda Hıristiyan güçlü olmak için birleşme ihtiyacını duydular. Tüm imparatorluğa yayılmış olan bu topluluklar bu nedenle kendilerini tek bir Kilisede örgütlediler. Bu birleşme gerçekleştiğinde, halkın değil ruhban sınıfının birleşmesi olarak gerçekleşti. 4. Yüzyıldan itibaren toplulukların rahipleri Konseylerde bir araya geliyorlardı. İlk konsey İznik’te 325 yılında gerçekleşti. Bu yolla ruhban sınıfı ve halktan ayrı ve kopuk bir düzen oluştu. Daha güçlü ve zengin toplulukların piskoposları Konseylerde liderliği ele geçirdiler. Bu sebeple de Roma piskoposu tüm Hıristiyanlığın başına geçerek Papa oldu. Dolayısıyla kendisi de hiyerarşik olarak bölünmüş olan ruhban sınıfı artık bir uçurum ile halktan ayrılmış oldu.

Aynı zamanda halk ile ruhban sınıfı arasındaki ekonomik ilişkiler de büyük bir değişim geçirdi. Bu düzen kurulmadan önce Kilisenin zengin üyelerinin ortak mal olarak sunduğu herşey yoksullara aitti. Daha sonra ise bu fonların büyük bir bölümü ruhban sınıfına ve Kiliseye gitmeye başladı. 4. Yüzyılda artık Hıristiyanlık hükümet tarafından korunmaya başlandığında ve Roma tarafından egemen din olarak tanındığında ise Hıristiyanlara yönelik eziyetler son buldu. Dini törenler artık yer altı mezarlarında veya mütevazı salonlarda değil gitgide daha da ihtişamlı inşa edilmeye başlanan Kiliselerde yapılıyordu. Dolayısıyla bu harcamalar fakirlere verilme niyeti ile toplanan fonları azalttı. Daha 5. Yüzyılda bile Kilise gelirleri dörde ayrılıyordu, ilk bölüm piskopos için, ikincisi daha alttaki ruhban sınıfı için, üçüncü bölüm Kilisenin bakımı için ve ancak dördüncü bölüm ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak içindi. Dolayısıyla yoksul Hıristiyanlar Piskoposun kendisi için aldığı paya eşit bir pay alıyordu.

Zaman içerisinde fakirlere önceden belirlenmiş bir miktar verme âdeti kayboldu. Dahası üst düzey ruhban sınıfı önem kazandıkça inananların Kilise’nin zenginliği üzerindeki denetimi de ortadan kalktı. Piskoposlar yoksullara canlarının istediği kadarını veriyorlardı. Halk kendi ruhban sınıfından sadaka alıyordu. Ama dahası da var. Hıristiyanlığın ilk döneminde inananlar iyi niyetle ortak mallara katkı veriyorlardı. Hıristiyanlık bir devlet dini haline gelir gelmez ruhban sınıfı fakirlerin de zenginler gibi hediye getirmelerini talep etmeye başladı. 6. Yüzyıldan itibaren ruhban sınıfı Kiliseye ödenmesi gereken özel bir vergi getirdi, aşar vergisi (mahsülerin onda biri). Bu vergi ağır bir yük olarak halkı ezdi; Ortaçağ boyunca zaten serf olarak ezilen köylüler için tam bir belaya dönüştü.  Aşar vergisi her bir toprak parçasından, her mülkten alınıyordu. Bunu emeği ile ödeyen her zaman serfti. Dolayısıyla yoksullar Kilisenin yardımını ve desteğini kaybetmekle kalmadı, rahiplerin onların diğer sömürücüleriyle, yani prensler, soylular, tefeciler ile ittifak kurduklarına da şahit oldular.

Ortaçağda emekçi halk serflik aracılığı ile yoksulluğa batarken Kilise gitgide daha zenginleşti. Aşar vergisi ve diğer vergilerin yanı sıra Kilise büyük bağışlar da alıyordu, her iki cinsten zengin çapkınlar son anlarında günahlarından kurtulmak isteğiyle mal varlıklarını kiliseye bırakmayı vasiyet ediyorlardı. Paralarını, evlerini, serflerini de içerecek şekilde köylerinin tamamını, arazi kiralarını veya köylülerin derebeylerine zorunlu hizmetlerini Kiliseye miras bırakıyorlardı.

Kilise bu şekilde muazzam zenginlik elde etti. Aynı zamanda ruhban sınıfı Kilisenin kendisine verdiği zenginliğin “idarecisi” olmaktan da çıktı. 12. Yüzyılda açıkça kutsal kitaptan geldiğini söyledikleri bir kanun düzenleyerek Kilisenin zenginliğinin inananlara ait olmadığını ve ruhban sınıfının ve her şeyin üzerinde de onun başındaki Papa’nın bireysel mülkü olduğunu ilan etti. Bu yüzden rahiplik görevleri büyük zenginlikler elde etmek için en iyi fırsatlar haline geldi. Her bir rahip Kilisenin mallarını sanki kendi malı gibi satabiliyordu ve bu gelirden de akrabalarına, çocuklarına ve torunlarına para bağışlayabiliyordu. Kilisenin malları bu şekilde yağmalandı ve ruhban sınıfından ailelerin ellerine geçti. Bu sebeple de Papalar kendilerini Kilise hazinelerinin egemenleri, sahipleri olarak ilan ettiler ve ruhban sınıfına evlenmemeyi buyurdular. Bu şekilde miraslarına dokunulmasını ve onun dağılmasını engelliyorlardı. Rahipler için evlenme yasağı 11. Yüzyılda getirildi ama 13. Yüzyıla kadar ruhban sınıfının muhalefetinden dolayı uygulanamadı. Kilisenin zenginliğinin daha fazla dağılmasını engellemek için 1297’de 8. Papa Boniface rahiplerin Papa’nın izni olmaksızın gelirlerinden rahip olmayan kişilere hediye vermelerini yasakladı. Bu şekilde Kilise muazzam bir zenginlik biriktirdi, özellikle de ekilebilir toprakları. Tüm Hıristiyan ülkelerin ruhban sınıfları en önemli toprak sahipleri haline geldiler. Ruhban sınıfı çoğu yerde tüm ülke topraklarının üçte birine ve hatta daha fazlasına sahipti!

Köylüler angarya yükümlülüklerinin yanı sıra aşar vergisi de ödüyorlardı ve bunu sadece prenslerin ve soyluların topraklarında değil doğrudan piskoposlara, başpiskoposlara, papazlara ve rahibe manastırlarına çalıştıkları devasa arazilerde de yapmak zorundaydılar. Feodal dönemin tüm güçlü lordları arasında Kilise en büyük sömürücü olarak ortaya çıkıyordu. Örneğin Fransa’da 18. Yüzyılın sonunda, Fransız Devrimi’nin öncesinde ruhban sınıfı ülkenin tüm topraklarının beşte birine sahipti ve yıllık geliri yaklaşık 100 milyon Frank’tı.  Arazi sahiplerinin ödedikleri aşar vergisi 23 milyon tutuyordu. Bu meblağ manastırları dolduran 2,800 papaz ve piskopoz ile 5,600 manastır rahibi ve başrahibi, 60,000 vaiz ve papaz yardımcısı ile 24,000 keşiş ve 26,000 rahibeyi besliyordu.

Bu papazlar ordusu vergi ve askeri hizmet yükümlülüğünden muaftı. Felaket –savaş, kötü hasat, salgın – dönemlerinde Kilise Devlet Hazinesine hiçbir zaman 16 milyon Frank’ı geçmeyen “gönüllü” bir vergi veriyordu.

Bu şekilde ayrıcalıklı olan ruhban sınıfı soylularla birlikte serflerin alınteri ve kanı üzerinden yaşayan bir sınıf oluşturdu. Kilisedeki üst düzey görevler ve en iyi ücret alınanlar sadece soylulara dağıtılıyor, sürekli soyluların elinde kalıyordu. Bunun sonucunda serflik çağında ruhban sınıfı soyluların sadık bir müttefikiydi, onlara destek veriyor, vaazlar dışında hiçbir şey sunmadığı halkı ezmelerine yardımcı oluyordu. Bu vaazlar uyarınca halk alçakgönüllü olmalı ve paylarına düşeni yakınmadan kabul etmeliydi. Kırlardaki ve şehirlerdeki proleterya baskıya ve serfliğe karşı ayağa kalktığında, karşısında ruhban sınıfını azılı bir karşıtı olarak buldu. Kilisenin içerisinde bile iki sınıf mevcuttu: tüm zenginliği yutan yüksek ruhban sınıfı ve mütavazı yaşamları ile yılda 500 ila 2000 Frank kazanan taşra papazlarının büyük kitlesi. Bu nedenle bu imtiyazlı olmayan sınıf da yüksek ruhban sınıfına karşı isyan etti ve 1789’da Fransız Devrimi esnasında halkla birleşerek ruhani sınıftan olan ve olmayan soyluluğa karşı mücadeleye katıldı.

Beşinci Bölüm

Kilise ile halk arasındaki ilişkiler zaman içerisinde bu şekilde değişmiştir. Hıristiyanlık ilk olarak mahrum bırakılmışları, biçareleri teselli edecek bir mesaj olarak ortaya çıktı.  Toplumsal eşitsizlikle ve zengin ile yoksul arasındaki gerginlik ile mücadele eden bir doktrin getirdi; bir refah toplumuna işaret etti.  Kısa bir süre sonra bu eşitlik ve kardeşlik tapınağı toplumsal karşıtlıkların yeni kaynağı haline geldi. İlk Havarilerin yaptıkları gibi bireysel mülkiyete karşı mücadele etmeyi bıraktıktan sonra ruhban sınıfının kendisi zenginliği toplar hale geldi ve emekçi sınıfın emeğini sömürerek yaşayan mülk sahibi sınıflarla ittifak kurdu. Feodal çağlarda Kilise soyluluğa aitti, yönetici sınıfa aitti ve bu güçlerin iktidarını devrime karşı şiddetle savunuyordu. 18. Yüzyılın sonunda ve 19. Yüzyılın başında Orta Avrupa halkı serfliği ve soyluluğun imtiyazlarını süpürüp attı. Bu dönemde Kilise yine egemen sınıflarla ittifak kurdu – yani sanayi ve ticaret burjuvazisi ile. Bugün durum değişmiştir ve ruhban sınıfı artık büyük mülklere sahip değildir ama onlar da sermaye sahibidir ve kapitalistler gibi onlar da bu sermayeyi kullanarak, ticaret ve sanayi vasıtasıyla ve insanların sömürüsü yoluyla kazanç elde etmeye çalışmaktadır.

Avusturya’da Katolik Kilise kendi istatistiklerine göre 813 milyon krondan fazla bir sermayeye sahipti.[5] Bunun 300 milyonu ekilebilir araziler ve mülkler, 387 milyonu tahvillerde idi ve dahası 70 milyonu fabrika sahiplerine ve işadamlarına faizle borç veriyordu. İşte bu şekilde kendisini modern zamanlara adapte eden Kilise, bir feodal derebeyi olmaktan çıkarak bir sanayi ve ticaret kapitalisti oldu. Eskiden olduğu gibi kendisini kırsal proleterya pahasına zenginleştiren sınıfla işbirliği yapmaya devam etti. Bu değişim manastırların organizasyonunda daha da çarpıcı bir şekilde görülebiliyor. Almanya ve Rusya gibi kimi ülkelerde Katolik manastırlar uzun süredir lağvedilmiş durumda. Ama Fransa, İtalya ve İspanya gibi hala yaşamlarını sürdürdükleri ülkelerde tüm göstergeler Kilisenin kapitalist düzende ne kadar büyük bir rol oynadığını gösteriyor. 

Ortaçağda manastırlar insanlar için bir sığınaktı. Lordların ve prenslerin hışmından kaçarak sığındıkları yerlerdi. Aşırı yoksulluk yaşadıkları durumda yemek ve korunma aradıkları yerlerdi. Manastırlar açlara ekmek ve gıda vermekten kaçınmazdı. Unutmayalım ki Ortaçağda günümüzdeki gibi bir ticaret yoktu. Her bir çiftlik, her bir manastır, serflerin ve zanaatçıların emeği sayesinde kendisi için bolca üretim yapıyordu. Çoğu kez ertesi yıllar için ayrılan erzağın satılabileceği bir yer yoktu. Keşişlerin tüketimi için ihtiyaç duyulandan fazla mısır, sebze, odun ürettiklerinde ellerindeki fazlalığın bir değeri yoktu.  Çünkü alıcısı yoktu ve tüm ürünlerin saklanması da mümkün değildi. Bu koşullarda manastırlar yoksullarına isteyerek bakıyordu, zaten serflerinden almış olduklarının sadece küçük bir bölümünü onlara sunmuş oluyorlardı. (Bu dönemde her yerde gelenek böyleydi, soylulara ait neredeyse her çiftlik benzer davranıyordu.) Aslında manastırlar bu yardımseverliklerinden ciddi bir çıkar elde ediyordu; yoksullara kapılarını açmakla ün salarak, zenginlerden ve güçlülerden büyük hediyeler ve miraslar alıyorlardı. Kapitalizmin ve değişim için üretimin ortaya çıkması ile her bir nesne bir fiyata sahip oldu ve mübadele edilebilir oldu. İşte o anda manastırlar, soyluların malikâneleri ve kiliseler hayır işlerini bıraktılar. İnsanların artık sığınacakları bir yer yoktu. İşte bu da, diğer sebeplerin yanı sıra, 18. Yüzyılda kapitalizmin başlangıcında, işçiler henüz haklarını savunmak için örgütlenmemişlerken, yoksulluğun dehşet verici boyutlara varmış olmasının ve insanlığın Roma İmparatorluğu dönemindeki günlere geri dönmüş gibi görünmesinin bir sebebidir. Ama Katolik Kilise eski dönemlerde komünizm, eşitlik ve kardeşlik vaaz ederek Roma proleteryasına yardım etme rolünü üstlenirken, kapitalist dönemde ise tümüyle farklı bir şekilde davranmaktaydı. Her şeyden önce ucuz işçi çalıştırarak insanların yoksulluğundan çıkar elde ediyordu. Manastırlar tam bir kapitalist sömürü cehennemi haline geldi; daha da beterdiler çünkü kadın ve çocuk emeği kullanıyorlardı.

Fransa’da 1903’te İyi Çoban Manastırına karşı açılmış olan bir dava bu kötü muamelelerin çarpıcı bir örneğini gözler önüne sermektedir.  Burada 12, 10 ve 9 yaşında küçük kızlar dinlenmeden, berbat koşullarda, gözleri ve sağlıkları bozularak çalışmaya zorlanmışlar, kötü beslenmişler ve disiplin cezası olarak hapis cezaları ile cezalandırılmışlardır.

Bugün Fransa’da manastırlar hemen tümüyle ortadan kalkmıştır ve Kilise doğrudan kapitalist sömürü olanağını kaybetmiştir. Aşar vergisi ve serflerin çalıştırılması da benzer şekilde uzun süredir söz konusu değildir. Ancak bu ruhban sınıfının başka yollarla işçi sınıfından para sızdırmasına engel değildir, özellikle de ayinler, evlilikler, cenazeler ve vaftizler yoluyla. Ve ruhban sınıfını destekleyen hükümetler de insanları bu haraçları ödemeye zorlamaktadır. Dahası dinin kişisel bir konu olduğu ABD ve İsviçre dışındaki bütün ülkelerde Kilise Devletten büyük miktarlarda para almaktadır ve bu meblağlar da şüphesiz halkın ağır çalışması yoluyla elde edilmektedir. Örneğin Fransa’da ruhban sınıfın harcamaları yılda 40 milyon Frank tutmaktadır.[6]

Toparlarsak, Kilisenin, hükümetin ve kapitalist sınıfın varlığını güvenceye alan milyonlarca sömürülen insanın emeğidir. Avusturya’da Kilise’nin gelirleri ile ilgili istatistikler eskiden yoksulların sığınağı olan Kilisenin bugünkü muazzam zenginliği hakkında bir fikir verebilir. Beş yıl önce (1900’de) yıllık geliri 60 milyon krondu ve harcamaları 35 milyon kronu geçmiyordu. Dolayısıyla sadece bir yıl içerisinde– işçilerin alın teri ve akıttıkları kan pahasına- 25 milyonu “kenara koyuyordu”. Bu meblağa ilişkin kimi detaylar şu şekildedir:

300,000 kron yıllık geliri olan ve harcamaları bunun yarısını bile bulmayan Viyana Başpiskoposu yılda 150,000 kron “tasarruf” yapmaktadır. Başpiskoposluğun sabit sermayesi yaklaşık 7 milyon krondur. Prag başpiskoposunun yıllık geliri yarım milyondan fazladır ve 300,000 tutarında masrafı ile sermayesi 11 milyon krona yakındır. Olomouc Başpiskoposunun geliri de yarım milyonun üzerindedir ve 400.000 tutarında masrafı ile serveti 14 milyonun üzerindedir. Sıklıkla yoksulluğu savunan ikinci derecedeki ruhban sınıfı da halkı daha az sömürmemektedir. Avusturya’daki bölge papazlarının yıllık gelirleri 35 milyon kronon üzerindedir, masrafları ise sadece 21 milyondur. Dolayısıyla papazların yıllık “tasarrufları” 14 milyona yakındır. Papaz idaresindeki bölgelere ait mülklerin değeri 450 milyonun üzerindedir. Ve nihayet beş yıl önce manastırlar her türlü masraf çıkartıldıktan sonra yılda 5 milyon “net gelire” sahiptiler. Bu zenginlikler her yıl büyümekte, diğer yandan ise kapitalizm ve devlet tarafından sömürülen emekçilerin yoksulluğu da yıldan yıla artmaktadır. Bizim ülkemizde ve diğer tüm ülkelerde de durum tam olarak Avusturya’daki gibidir.

Altıncı Bölüm

Kilisenin tarihini kısaca gözden geçirdikten sonra bugün ruhban sınıfının, daha iyi bir gelecek için mücadele eden devrimci işçilere karşı Çarlıkçı hükümeti ve kapitalistleri desteklemesine şaşıramayız. Sosyal Demokrat Partide örgütlenen sınıf bilinçli işçiler insanlar arasında sosyal eşitlik ve kardeşlik fikrinin yaşama geçmesi için, yani geçmişte Hıristiyan Kilisesinin amacı olan bir amaç için mücadele etmektedir.   

    Ancak köleliğe veya serfliğe dayalı bir toplumda eşitlik hayata geçirilemez; bugün, endüstriyel kaitalizm rejimi döneminde ise gerçekleştirilebilir. Zenginlerin bencilliğine karşı Hıristiyan havarilerin ateşli söylevleri ile başaramadıklarını, sınıf durumlarının bilincinde olan işçiler yakın gelecekte tüm ülkelerde siyasi iktidarı alarak, kapitalistlerin ellerindeki fabrikalara, toprağa ve tüm üretim araçlarına el koyarak ve tüm bunları işçilerin müşterek mülkü yaparak, yapmaya başlayabilirler. Sosyal demokratların tahayyül ettikleri komünizm zengin ve tembel olanlarla dilenciler arasındaki bir bölüştürmeden, kölelerin ve serflerin ürettikleri bir zenginliğin bölüştürülmesinden oluşmamaktadır. Dürüst, ortak, birleşmiş bir çalışmadan ve bu çalışmanın ortak meyvelerinin dürüstçe kullanılmasından oluşmaktadır. Sosyalizm zenginlerin yoksullara verdikleri cömert hediyelerden oluşmaz, zengin ile yoksul arasındaki farkın tümüyle ortadan kalkmasıdır, insanın insan tarafından sömürüsüne son vererek tüm benzer olanların kapasitelerine göre çalışmalarını zorunlu kılar.  

Sosyalist bir düzen kurma amacıyla işçiler bu hedefi gerçekleştirmeye çalışan Sosyal Demokrat Partide örgütlenirler. İşte bu sebeple Sosyal Demokrasi ve işçi hareketi, yaşamlarını işçiler pahasına sürdüren mülk sahibi sınıfların şiddetli nefreti ile karşılaşır.

Kilise tarafından kendi payına herhangi bir çaba sarfetmeden toplanmış olan muazzam zenginlikler emekçi halkın sömürüsü ve yoksulluğundan gelmektedir. Piskoposların ve başpiskoposların, manastırların ve papazların idaresindeki bölgelerin zenginliği, fabrika sahiplerinin, tüccarların ve toprak sahiplerinin zenginliği şehirlerdeki ve kırsaldaki işçilerin gayri insani koşullarda harcadıkları emek pahasına birikmektedir. Nihayetinde çok zengin soyluların Kiliseye verdikleri hediyelerin ve bıraktıkları mirasların tek kaynağı ne olabilir? Bu zenginliklerin kaynağı elbette kendi el emekleri ve kendi alınterleri değil, onlar için çalışan işçilerin sömürüsüdür; bunlar dün serflerdi, bugün ise ücretli işçilerdir.

Dahası bugün hükümetlerin ruhban sınıfına aktardığı ödenekler de büyük ölçüde halktan alınan vergilerden karşılanmaktadır. Ruhban sınıfı da en az kapitalistler kadar insanların sırtından geçinmekte, halkın içinde yaşadığı çöküntü, cehalet ve baskıdan faydalanmaktadır. Ruhban sınıfı ve parazit kapitalistler haklarının bilincinde olan, özgürlüklerini kazanmak için mücadele eden örgütlü işçi sınıfından nefret etmektedir. Çünkü kapitalist karma-düzenin ortadan kalkması ve insanlar arasında eşitliğin sağlanması özellikle de sömürü ve yoksulluk sayesinde mevcudiyetini koruyan ruhban sınıfına ölümcül bir darbe olurdu. Ama her şeyin ötesinde Sosyalizm insanlığa burada, yeryüzünde dürüst ve gerçek bir mutluluk sağlamayı hedefler, insanlara mümkün olan en ileri eğitimi vermeyi ve toplumda birinci sınıf yer vermeyi hedefler. İşte Kilisenin hizmetkârlarının veba gibi korktuğu tam da bu dünya üzerindeki mutluluktur.

Kapitalistler insanların bedenlerini yoksulluk ve kölelik zincirlerine hapsetmişlerdir. Aynı paralelde ruhban sınıfı da hem kapitalistlere yardım eder, hem de kendi ihtiyaçlarına hizmet ederek insanların zihinlerine zincir vurmakta, onları kara cehalet içerisinde tutmaktadır; çünkü eğitimin kendi iktidarlarını sarsacağını bilmektedirler.  Hıristiyanlığın yoksullar için bu dünyada mutluluk amacını taşıyan ilk öğretilerini tahrif eden ruhban sınıfı, bugün emekçileri çektikleri acı ve yoksunlukların hatalı bir toplumsal yapıdan değil de, cennetten, “İlahi Takdir”in iradesinden kaynaklandığına inandırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle de Kilise işçilerin daha iyi bir gelecek için içlerinde taşıdıkları umudu, isteği ve gücü öldürmektedir; kendilerine inançlarını ve kendilerine saygılarını öldürmektedir. Bugünün papazları yanlış ve zehirli öğretileri ile sürekli olarak insanların cehaletini ve yoksunluğunu devam ettirmeye çalışmaktadır. Buna gösterilebilecek inkâr edilemez kanıtlar şunlardır:

Katolik ruhban sınıfının insanların zihinleri üzerinde büyük bir güce sahip olduğu ülkelerde, örneğin İspanya ve İtalya’da, insanlar tam bir cehalet içerisindedir. Buralarda sarhoşluk ve suç artmaktadır. Örneğin Almanya’nın iki eyaletini karşılaştıralım; Bavyera ve Saksonya.  Bavyere halkın ağırlıklı olarak Katolik ruhban sınıfının etkisi altında olduğu bir tarım eyaletidir. Saksonya ise sosyal demokratların işçilerin yaşamında önemli bir rol oynadığı sanayileşmiş bir eyalettir. Burada sosyal demokratlar hemen tüm seçim çevrelerinde seçimleri kazanmaktadır ve bu nedenle de burjuvazi bu “Kırmızı” sosyal demokrat eyalete nefretini açıkça göstermektedir. Bu karşılaştırmayı yaptığımızda ne görüyoruz? Resmi istatistikler aşırı-Katolik Bavyera’da işlenen suçların sayısının “Kırmızı Saksonya’ya kıyasla çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. 1898 yılında her 100.000 şehir sakini için vaka sayılarının şu şekilde olduğunu görüyoruz:

 Bavyera Saksonya 
Şiddet içeren hırsızlık204185
Saldırı ve dövme296  72
Yalancı şahitlik    4    1

Papazların egemenliğindeki Possen ile sosyal demokrasinin etkisinin daha fazla olduğu Berlin’deki suç kayıtlarını karşılaştırdığımızda da tümüyle aynı durumu görüyoruz. Bir yıl içerisinde her 100.000 şehir sakini için Possen’da 232 saldırı ve dövme olayına karşın Berlin’de 172 benzer olay olmuştur.

Papa’nın şehri olan Roma’da 1869 yılının tek bir ayında 279 kişi cinayet, 728 kişi saldırı ve dövme, 297 kişi hırsızlık ve 21 kişi kundaklama suçlarından ceza almıştır. Yoksulluk çeken halkın üzerindeki ruhban sınıfı egemenliğinin ortaya çıkardığı sonuçlar bunlardır.

Ruhban sınıfı insanları doğrudan suça kışkırtıyor demek istemiyoruz. Tersine papazlar vaazlarında çoğunlukla hırsızlığı ve sarhoşluğu lanetlerler. Ama insanlar öyle yapmak istedikleri veya öyle yapmakta ısrar ettikleri için çalmaz, hırsızlık yapmaz veya sarhoş olmazlar. Tüm bunlara sebep olan yoksulluk ve cehalettir. İşte bu yüzden halkın cehaletini ve yoksulluğunu ayakta tutan herkes, onların bu durumdan çıkmak için harekete geçecek istek ve enerjilerini öldüren herkes, proleteryayı eğitmeye çalışanların yoluna her türlü engeli çıkaran herkes, bu suçlar konusunda aynı bir suç ortağı gibi sorumludur.

Katolik Belçika’nın madencilik bölgelerindeki durum da yakın zamana kadar benzerdi. Sosyal demokratlar bu bölgelere gittiler ve onların buradaki mutsuz ve küçük düşürülmüş durumdaki işçilere yönelik coşkulu çağrıları tüm bir ülkede yankılandı: “İşçiler, ayağa kalkın! Çalmayın, sarhoş olmayın, umutsuzlukla başınızı eğmeyin! Okuyun, kendinizi eğitin! Sınıf kardeşlerinizle örgütünüzde birleşin, size kötü muamele eden sömürücülere karşı mücadele edin! Yoksulluktan kurtulacaksınız, insan olacaksınız!”

Sosyal demokratlar her yerde insanları ayağa kaldırır ve umudunu kaybetmiş olanlara umut verir, güçsüz olanları güçlü bir örgütte bir araya getirir. Cahillerin gözlerini açarak onlara eşitlik, özgürlük ve sınıf kardeşlerimize yönelik sevginin yolunu gösterir.

Diğer yandan Kilisenin hizmetkârları ise insanlara sadece utandırıcı ve şevk kırıcı sözcüklerle hitap ediyorlar. İsa bugün dünyaya geri gelseydi kesinlikle aynı varlıkları ile Allahın evini kirletmemeleri için tapınaktan kovduğu tüccarlara yaptığı gibi, bugün de zenginleri savunan ve bahtsızları sömürerek yaşayan papazlara, rahiplere ve piskoposlara savaş açardı.

İşte bu nedenle baskının destekçisi olan ruhban sınıfı ile özgürleşmenin sözcüleri olan sosyal demokratlar arasında dehşetli bir mücadele patlak vermiştir. Bu mücadele tam da karanlık gece ile doğmakta olan güneşin mücadelesine benzemiyor mu? Çünkü rahipler sosyalizmle akıl veya gerçekler yoluyla mücadele etme yetisinde değiller, bunun yerine şiddete ve kötülüğe başvuruyorlar. Onların haince konuşmaları işçilerin sınıf bilincini yükseltmeye çalışanlara kara çalmaktadır. Yalan ve iftiralar yoluyla hayatlarını işçilerin davasına adayan herkese leke çalmaya çalışmaktadırlar.  Altın Buzağıya tapıp hizmet eden bu insanlar Çarlık hükümetinin suçlarına destek çıkmakta, bunları alkışlamakta ve halkı Neron gibi ezen bu en son despotun tahtını savunmaktadırlar.

Evet Neron’un hizmetkârlarına dönüşmüş olan Hıristiyanlığın hizmetkârları yozlaşıyorlar ama beyhude! Beyhude yere bizim katillerimize destek oluyor, beyhude yere kutsal hacın altında proleteryanın sömürücülerini koruyorsunuz. Eski çağlarda zalimlikleriniz ve iftiralarınız Hıristiyanlık fikrinin zaferini engelleyemedi, bu fikir uğruna Altın Buzağıyı gözden çıkardınız. Bugün de tüm çabalarınız sosyalizmin gelişine engel olamayacak. Bugün pagan olan sizlersiniz, sizin yalanlarınız ve öğretileriniz; yoksullara, sömürülenlere kardeşliğin ve eşitliğin haberini getirenler ise bizleriz. Bir zenginin cennete girmesinin bir devenin iğnenin deliğinden geçmesinden zor olduğunu ilan etmiş olan Peygamberin daha önce yapmış olduğu gibi, bugün de dünyayı fethetmek üzere yürüyenler bizleriz.

Yedinci Bölüm

Son birkaç söz:

Ruhban sınıfının sosyal demokrasi ile savaşmak için elinde iki aracı var. İşçi sınıfı hareketinin tanınmaya başladığı, mülk sahibi sınıfların hala onu bastırmayı umduğu bizim ülkemiz gibi (Polonya) yerlerde, ruhban sınıfı tehditkâr vaazlar aracılığı ile sosyalistlere karşı mücadele veriyor, onlara iftira ediyor ve işçilerin “aç gözlülüğünü” kınıyor. Ama siyasal özgürlüklerin oturmuş olduğu ve bir işçi partisinin güçlü olduğu Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde ruhban sınıfları başka araçlar arıyor. Gerçek amacını gizliyor ve işçilerin karşısına açık bir düşman gibi değil ama bir yalancı dost gibi çıkıyor. Buralarda rahiplerin işçileri örgütlediklerini, “Hıristiyan” Sendikalar kurduklarını görüyoruz. Bu şekilde balığı kendi ağlarında yakalamaya, işçileri kendi sahte sendikalarının tuzağına düşürmeye çalışıyorlar. Bu örgütlerde ise işçilere, bakış açısı mücadele ve kötü muameleye karşı savunma olan sosyal demokratların örgütlerinden farklı olarak, alçak gönüllü olmayı öğretiyorlar.

Çarlık yanlısı hükümet nihayet Polonya ve Rusya’daki devrimci proleteryanın mücadelesine maruz kalınca ve ülkemize siyasal özgürlük gelince bizler de şunu göreceğiz: Bugün işçi sınıfı militanlarına saldıran aynı başpiskopos Popiel ve aynı rahipler bir anda işçileri “Hıristiyan” ve “Ulusal” sendikalarda örgütleyerek onları kandırmaya çalışıyor olacaklar. Daha şimdiden “Ulusal Demokrasi”nin bu yöndeki bir yer altı faaliyetinin başlangıcındayız ve bu hareket rahiplerle gelecekteki işbirliğinin güvencesini veriyor ve bugünden onlara sosyal demokratlara iftira atmak konusunda destek oluyor.

Bu yüzden işçiler tehlike konusunda uyarılmalılar, devrimin zaferinin ertesinde de kandırılmamalılar; bugün minbere çıkıp utanmadan işçileri öldüren, sermayenin baskı aygıtı olan ve proleteryanın yoksulluğunun temel sebebi olan Çarlık Hükümetini savunanların o gün geldiğinde söyleyecekleri tatlı sözlere kanmamalılar.  

İşçiler ruhban sınıfının bugün gösterdiği ve devrim esnasında göstereceği düşmanlığa ve yarın devrimden sonra göstereceği sahte dostluğa karşı korunmak için Sosyal Demokrat Partide örgütlenmelidirler.

Ve ruhban sınıfının yaptığı tüm saldırılara verilecek yanıt şudur: Sosyal Demokrasi hiçbir şekilde dini inançlara saldırmaz. Tersine her bir birey için tam bir inanç özgürlüğünü ve her inanç ve her fikir için mümkün olan en geniş hoşgörüyü talep eder. Ancak papazların vaaz kürsüsünü işçi sınıflara karşı siyasal mücadelede bir araç olarak kullandığı andan itibaren işçiler de artık kendi hak ve özgürlüklerinin düşmanlarına karşı mücadele etmelidirler. Çünkü ister papaz cüppesi giyiyor olsun, ister polis üniforması, kim kendisini sömürenleri savunuyorsa, kim mevcut sefalet düzenini sürdürmeye yardımcı oluyorsa, o proleteryanın ölümcül düşmanıdır.



Notlar

[1]  Papa’nın yüceliğini kabul eden Ortodoks Hristiyanlar.

[2] Bilinen diğer adıyla “Raskilniki” (Ayırıcılar), Patrik Nikon tarafından 1654’te cemaatle ibadete mahsus dualarda yapılan reforma ve İncil metinlerinde revizyona gerçek inanca karşı olduğu gerekçesi ile karşı çıkan bir Rus dini mezhebi.

[3] “Proles çocuklar, yavrular anlamındaki Latince sözcük. Dolayısıyla proleterler vücutlarındaki uvuzları ve kendi nesillerinden gelen çocukları hariç hiçbir şeye sahip olmayan vatandaşlar sınıfını oluşturuyordu.” Komünist Gazete, Sayı. 1, Eylül 1847 (Londra).

“Roma proleteryası toplumun sırtından yaşıyordu; modern toplum ise proleteryanın sırtından yaşıyor.” Sismondi, alıntılayan Karl Marx, Onsekizinci Brumaire.

Ayrıca bakınız: Engels, Komünizmin İlkeleri

[4] Ancak bakınız Tertullian (c. 160–230): “Bizler mülklerimizde kardeşiz, oysa sizlerde en fazla mülkleriniz kardeşliğinize son veriyor. Bu yüzden, zihinlerimizde ve ruhlarımızda birlik olan bizler, ortak mülkiyete sahip olmaktan şüphe duymuyoruz. Bizler için fark gözetmeksizin herşey paylaşılır, eşlerimiz hariç. Sadece orada ortaklıktan yana değiliz, oysa başkaları (Yunanlılar ve Romalı paganlar) ortaklığı sadece bu alanda uyguluyor .” Apolojetik I. 39.

[5]  1900 yılında bir kron yaklaşık olarak bir frank ile eşit değerdeydi.[6] Bu makalenin 1905’te yazıldığı unutulmamalıdır.  O günden bu yana Fransa’da Kilisenin boyunduruğu sarsılmıştır ve Devlet artık ruhban sınıfını atamamaktadır. Sadece Haut-Rhin, Bas-Rhin ve Moselle bölgelerinde Cumhuriyetçi Fransa bilinmeyen bir sebeple Emperyal Almanya’nın ve Fransa’daki İkinci İmparatorluğun geleneklerini devam ettirmektedir.

Bu Yazıyı Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir