Müslüman Sosyalistler: Zulüm ve Tevhid Ekseninde Manevi Özgürlük Problemi

Fuat Kına

Müslüman sosyalistlerin toplumu, tarihi ve siyaseti nasıl kavradıklarına ve kavrayabileceklerine açıklık getirmeye çalışacağım bu yazıda toplumsal ilişkilerin zulüm ve eşitsizlikler ekseninde okunabileceğini, en sahici teyakkuz halinin ise tevhidi bir yaklaşımda saklı olduğunu, ve ancak bu şekilde anlamlı bir ahlaki-politik perspektifin geliştirilebileceğini iddia edeceğim.

Zulüm sistemlerini türlü biçimleriyle hepimiz tanıyoruz aslında; emekçinin fazladan yarattığı değeri binbir yolla gasp eden sermaye düzenini, kadınların eşitlenme mücadelesinin tam karşısında peyda olan erkek şiddetini, Kürdün kendi ana dilinde eğitim almasına dahi tahammül gösteremeyen kavimci-ulusçu ideolojiyi… Zulüm sistemleri toplumsal eşitsizliklerin belli tarihsel koşullar altında etkinleşmesi ve zamanla birikmesinden kaynaklanıyor, genel geçer ve tekrarlı bir nitelik kazanıp birer sistem haline geliyor, ardından mevcut eşitsizliklere kaynak teşkil etmek suretiyle zulmün devamlılığını temin ediyor.

Zulüm en temelde tevhid’in yeryüzündeki maddi tecessümü sayılabilecek eşitlik prensibini bozup, kulun kula kul edilmesi anlamına geliyor. Tevhid düşüncesi yaratıcının birliğini kabul etmek kadar, yaratılmış olanların tümünün “kullar” olmak noktasında bir ve eşit olduğu mesajını da taşır. Sadece manevi yönelimlerimizin odağının tek, bir, eşsiz ve benzersiz olmasını ima etmekle kalmaz, aynı zamanda ilkesel olarak kutsal ve dünyevi gibi ayrımları aşan bütüncül bir dünya görüşünü, ve son derece politik bir başkaldırının ahlaki zeminini örer. Üstünlük, ancak kuşandığımız ahlaki sorumluluk bilincinde. Bu sorumluluk bilincinin toplumsal ilişkiler bağlamında eyleme döküleceği alan ise zulüm sistemlerinin ortadan kalkması için mücadelenin gerçekleşeceği alan (veya alanlar). Yani tevhid düşüncesi, hem zulüm üreten toplumsal hiyerarşilerle çelişiyor, hem de bu hiyerarşileri alaşağı etmek için mücadele etmenin ahlaki değerini ifade ediyor.

Bu yönüyle tevhid düşüncesi birey-Allah ilişkisine indirgenmesi mümkün olmayan toplumsal ve siyasal bir karaktere de sahip. Din adamları sınıfı insanlar üzerinde manevi bir otorite kurmak (bir diğer ifadeyle kanaat önderliği yapmak) suretiyle zulüm sistemlerinin görünmez kılınması sürecinin birincil sorumluları arasında. Zulüm sistemleri olmazsa din adamları ayakta kalamaz, din adamları olmazsa zulüm sistemleri devri daim edemez. Zaman zaman bu manevi tahakkümün parçalanmasına dönük toplumsal bir farkındalık oluşabilir ve bu dinin tümüyle birey-Allah ilişkisine hapsedilmesi formülünü çağırabilir. Ancak dinin kapladığı toplumsal alanın bireyin dünyasına sığabileceği iddiası insanın manevi ihtiyaçlarıyla uyumsuz gözüküyor. Şu son birkaç asırlık sekülerleşme tecrübesinin, aydınlanmacılık şemsiyesi altında kendi metafiziğini yaratmaması mümkün müydü? Sekülerlik, kendinden maneviyatlı bir din veya ideoloji haline gelmeden ayakta kalabilir miydi? Daha gerçekçi olan, ahlakın evrensel karakteri ve toplumsal ilişkilere içkinliği dolayısıyla dinden boşalan koltuğun hegemonik güçlerin manipülasyonuna açık hale gelmesi.

Dolayısıyla din olgusunun toplumsal belirleyiciliği tarihe karışmış gibi gözükmüyor. Bununla birlikte yozlaşmış mezheplerin başına gelen tarihsel mağlubiyetin bir benzeri ideolojilerin bir bölümü için de geçerli sayılabilir. Yani ideolojilerin de yer yer haklı saiklerle toplumsal ilişkilerden el çektirilmek istendiği düşünülebilir. Örgütlülüğün sonu gelmeyen hiyerarşiler yaratmaya mecbur olduğunu iddia eden bazı post yapısalcı eğilimler, neoliberal kapitalizmin küresel “zaferiyle” tutarlı bir biçimde hakikatsiz ve örgütsüz bir dünya fikrini yaygınlaştırıyor. Bu açıdan toplumsal alana yayılmış bir ahlak-siyaset ilişkisinin sadece din için değil ideoloji için de iptal edilmek istendiği söylenebilir. Elbette bu çağımızın hegemonik dünya görüşünün bireyci, anti-sosyalist karakterini yansıtmasının yanında, potansiyel rakiplerini toplumsal hayattan tasfiye etme gayretinin bir neticesi olarak da okunabilir.

Toplumsal karşılaşmalar zulüm sistemleri tarafından garanti edilen gerçek çatışmanın (zulmün) alanı olarak tasavvur edilmediğinde, din adamlarının yoğun gayretinin de etkisiyle dinsel çatışmanın (yani inanan-inanmayan çatışmasının) alanı olarak kuruluyor. İyilik-kötülük şeklindeki ahlaki karşıtlık, biz ve diğerleri karşıtlığına indirgeniyor. İkincisine referans olmadan ilkinin hayal bile edilemeyeceği fikri güç kazanıyor. İdeolojiler de bundan azade değil. Birçok sol örgütün sınıf savaşını askıya almak pahasına diğer bazı sol örgütlere karşı cihad ilan etmiş olması, oldukça talihsiz, fakat aynı zamanda ibretamiz bir vakıa olsa gerek. Oysa ne bu savaşlar boyunca çelişkiler görünürleşiyor, ne de esasında Allah katında “din elden gidiyor.” Hakikatin (ya da İslam’ın) korunmaya ihtiyacı yok, silahını kuşanansa sadece hakikatin yerine koyduğu kendi manevi tahakkümünü ve ayrıcalıklı konumunu koruyor. Özgürlükçü (yani tevhid eksenli) bir manevi tasavvurun noksanlığında hem dinsel hem ideolojik yaklaşımlar – zulüm sistemleriyle etkin bir savaş vermek şöyle dursun – biteviye yeni eşitsizlikler yaratıyor.

Siyasal alana davet edildiğinde tevhid ilkesinin eşitliğe ve özgürlüğe bakan maddi ve manevi yönleri olduğunu söyleyebiliriz. Emek sömürüsü, ataerki, türlü biçimleriyle kavmiyetçilikler… Bunlar maddi ve manevi yönleriyle tevhid-şirk arasındaki tarihsel çatışmanın belli başlı görünümleri. Bununla birlikte manevi özgürlüğü mümkün kılan, zulme karşı mücadelenin, pratiğin, eylemenin ta kendisi. Tevhid mücadeleyi sadece ahlaki bir ödev olarak değil, aynı zamanda içselleştirilebilmesinin yegâne koşulu olarak gerektiriyor. Maddi gerçekliğimiz itibariyle tevhid düşüncesi mücadeleyi, manevi gerçekliğimiz itibariyle mücadele tevhid düşüncesini sahneye çağırıyor. Yine de çelişkilerin giderileceği yer her zaman olduğu gibi bir kez daha eylem alanı.

Politik mücadele olarak düşündüğümüz ne varsa, ahlaki sorumluluk duygumuzla sıkı bir ilişkisi içerisinde. Bu ilişkinin ortaya çıktığı zemin, tabiatımızda yer alan iki potansiyel düşmanı karşı karşıya getiriyor. Bir tarafta (sosyalistlerimiz dâhil) sürekli yeni dünyevi kutsallar yaratma (kula kulluk) temayülümüz, diğer tarafta mücadelenin mütemmim cüzü olan manevi özgürlük, yani tevhid. İlkini mağlup edebilmek için, ikincisini toplumsallaştırmalı.

* Bu yazı Fuat Kına’ın www.emekveadalet.org’da yayınlanan “Müslüman Sosyalistler: Zulüm ve Tevhid Ekseninde Manevi Özgürlük Problemi” başlıklı yazısının kısaltılmış halidir ve İKEP merkezi bülteni Paydos’un Haziran 2022 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır.

Bu Yazıyı Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir