Kimlik, Aidiyet ve Göç

Zeynep Akılotu

Dünya üzerinde sınırların ayrıcalık olarak sunulduğu tek “kimlik”, göçmen ve mültecilerdir. Maalesef, bir şekilde çizilmiş sınırlar üzerinden değer tahkimi yapılan bu dünyada, göç ve göçmenlik üzerine konuşmak, doğası gereği yaşanan ayrılıklar, kayıplar, yaslar ve bireysel trajedileri gündeme getirmekten çok, bir sistem eleştirisi barındırır. Bugün çeperi siyasi haritalarla ve sınırlarla belirlenen yaşam alanlarında, bir nevi yabancılaştırma ile insanların öznelliği geri plana itilerek yapılan göçmen ve mülteci vurgularının öne çıkarılması, kişisel olanı da konuşmayı bize zorunlu kılıyor. Payidar Zaraman’ın veciz deyişiyle, insanlık tarihi daha uzun değildir bir insan ömründen.

İnsan bebeği büyüdükçe çocuklukta her şeyin mümkün olduğunu sandığı dünyadan ayrılır ve bakım verenle kurduğu güven hissettiren sembiyotik birliktelikten vazgeçer. Ardından kendine ve dünyaya dair güvenini, yeniden inşa etmek zorunda kalır. Göçmen, aidiyet duyduğu yerden, kişilerden, memleketinden, geçmiş deneyimlerinden ayrılışı ve yeni bir mekânda yabancılığın verdiği tekinsizlik hissiyle bu evrelerden yeniden geçen kişidir. Ancak bu defa çocukluktan yetişkinliğe geçişten farklı olarak, zaman ve deneyimle yeniden bir inşa etkisini neredeyse yitirmiştir. Hatta göçmen olma hali kişinin kendi tarihinden öte kuşaktan kuşağa da aktarılan bir olaydır. Aileye doğmuş olan bir çocuğun, her çocuk gibi, dış dünyayı anlamlandırma ve adapte olma görevinin yanına bir de kültürel farklılıklar nedeniyle adaptasyon ve asimilasyon arasındaki karmaşalar eklenecektir. Kültürel koda ve dile yabancı olan insan nereye ait olduğunu belki de hayatı boyunca tam olarak çözemeyecektir. Göç, kuşaklar arasında ve kişisel tarihte sona ermeyen bir süreçtir. Kalıplaşan ulusal kimliklerin ait olmaya izin vermeyişi ile kişi bir gün hayata atıldığı ülkesine geri dönse dahi artık üzerine yapışan yabancı kimliğini taşımak durumunda kalacaktır. Gurbetçilerin dediği gibi belki: ”Almanlar için Türk’üz, Türkler için Alman.”

Yarı geçirgen ve eskiden gelişmekte olan bu ülkede sınırlar ve göç üzerine gündem oldukça yoğun çünkü ülkenin göç almasının yanında artık neredeyse her erişkin adayı aynı zamanda göçmen adayı olarak konumlanıyor. Bu konumlanış da göçmenlik olgusu gibi doğrudan sınıfsaldır. Elimizdeki kaynakları her geçen gün kaybedip yoksullaşırken sınıf atlamak isteyen insanlar bir noktada öteki olma pahasına göçmen olmak zorunda kalıyorlar. Yeni nesilde ekonomik ve kültürel seçeneksizliklerle aidiyetlerin bir nevi öldürülmesi, geçmişteki birçok değerin artık var olmayacağına dair işaretler sunuyor.

Savaşlar ve göçler trajik yaşantılara gebedir ve kuşaklararası aktarılır. Üstelik bu toprakların tarihinde göç kavramının trajik bir tarihi de var. Yaklaşık yüz yıl önce Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulması, Rus baskısından kaçan Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi ve dinsel kimlikler kıstas alınarak yapılan mübadele… Bu ülkenin tarihini oluşturan arka planın yanında mevcut atmosferle birlikte değerlendirince göç almanın
ve göç vermenin ne denli mühim bir hadise olduğu iyice somutlaşıyor. Topluma değdiği boyutları ve kaçınılmazlığı düşünülünce göçmenlik konusu daha uzun süre gündemde kalmaya devam edecek diyebiliyoruz. Bu sırada biz algılarımızdaki içeriyi ve dışarıyı belirleyen sınır meselesini de yeniden düşünmeliyiz.

* Bu yazı İKEP merkezi bülteni Paydos’un Temmuz 2022 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır.

Bu Yazıyı Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir