Zeki Kılıçaslan
AK Parti/MHP hükümetlerinin yıllardır sürdürdükleri otoriter rejimin kitle desteğini iyice yitirdiği son dönemde bütün muhalefet mevcut otoriter rejime son verme, demokratikleşme, demokratik bir ülke ve toplum oluşturma vaatleri ile ortaya çıkmaktadır. Bu muhalefetin bakış açısıyla sanki “demokrasiden hoşlanmayan” Erdoğan iktidardan gider ve yerine de “demokrasiyi seven” partiler gelirse Türkiye’de demokratik hak ve özgürlüklerin hâkim olacağı bir düzene geçilecektir. Ama gerçekte sorunumuz bu kadar basit mi?
Demokrasiyi “demokratlar” mı kurar?
Dünyanın hiçbir ülkesinde demokrasi denilen düzenler “demokratların” “demokrasiden hoşlananların” iktidara gelmesi ile kurulmamıştır. “Demokratik” denilen düzenler aslında farklı çıkarlar etrafında örgütlenen toplumsal güçlerin siyasal, sosyal mücadelesi sonucu ortaya çıkan, dinamik ve değişken bir durumun, bir çeşit akışkan dengenin yapısal bir görünümüdür. Örneğin batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin ve demokratik ulusal devletlerin inşasında, kendi çıkarları ve iktidarları için mücadele eden işçi sınıfının ve emek temelli siyasetlerin bu anlamda “tarihsel kurucu güçlerden biri” olarak rollerini ve önemini görmemek, esasında demokrasi kavramından bir şey anlamamak demektir.

Modern siyasetin iki dinamiği: Sınıflar ve kimlikler
Modern kapitalist toplumlarda siyasi hareketler esas olarak iki temel dinamik üzerinde gelişir. Bunlardan birincisi baskın olan merkezi devlet yönetimi ve kimliği dışında kalan dini, mezhebi, etnik veya bölgesel çıkarlar etrafındaki hareketlerin, merkeze karşı mücadelesidir. İkincisi ise ekonomik sosyal iktidar gücünü elinde tutan büyük sermaye ve mülk sahibi sınıf ile emeğiyle geçinen işçi sınıfı ve tüm emekçi halk sınıflarının aralarındaki mücadeledir. Ama bu yaklaşım bugünkü modern dünyada erkek egemenliğine karşı kadın mücadelesinin ve doğanın yıkımına götüren “büyüme ve gelişme” politikalarına karşı ekoloji mücadelesinin “özerk” konumlarının görmezden gelinmesini gerektirmez.
Çok kültürel kimlikli ülkelerde, kimlik temelli sorunların demokratik çözümü sürecine kadar, kimlik mücadeleleri sosyal sınıfsal mücadeleler yanında siyasette ağırlıklı bir role sahiptir. Bununla birlikte esas olarak büyük çoğunluğu tek kültürel kimliğe ait olan ya da bu sorunların demokratik olarak çözüldüğü toplumlarda ise siyaset dinamizminin temeli, sosyal sınıflar mücadelesi olmaktadır. Ama unutulmaması gereken bir gerçek daha var; kapitalist bir toplumda kimlik temelli siyasal mücadelelerin tabanı, emekçi halk unsurları olsa da, hâkim sınıfsal güç, çoğunlukla mülk sahibi sınıflardır.
Demokrasi: Toplumun hak ve özgürlük kazanımı ile devlet aleyhine güçlenmesi
Bu durumda “demokrasi mücadelesi” hak ve özgürlüklerin kazanılması yoluyla, egemen bir sınıfın (mülk sahibi sınıfların ve aynı anda bazı ülkelerde hâkim kimliklerin) iktidarı olarak devletin, toplum lehine geriletilmesi mücadelesidir. Eğer Türkiye için söylersek demokrasi doğrultusunda ilerleme, esas olarak sermaye ve büyük mülk sahiplerine karşı emek güçlerinin ve egemen ve merkezi olan Türk-Sünni kimliğinin karşısında Kürt veya Alevi halk kimliklerinin hak mücadelesi ile mümkün olacaktır.
Emeğin siyasetteki yokluğu sadece emekçilerin değil Türkiye’nin geleceği için de en önemli risklerden birisidir!
İşte bu gerçekler karşısında Türkiye “demokrasisinin” siyasal gerçeğine baktığımızda, görünen en temel sorunun sermaye güçlerinin karşısında işçi sınıfı ve emek güçlerinin siyasal varlığının yok derecesindeki durumu olduğunu görürüz. İşçi sınıfı ve emeğin bağımsız siyasal gücünün yokluğu sadece ekonomik sosyal eşitsizliklerin artarak sürmesinin nedeni olmaz. Aynı zamanda modern anlamda Türkiye’nin “demokratik bir ulus devlet” konumuna doğru gelişmesinin önündeki engel ve hatta hâlâ var olan demokrasi kırıntılarının da yitirilmesi tehlikesinin başlıca nedeni olarak ortaya çıkar.
Farklı kimlikleri yatay olarak kesen emek/demokrasi siyasetleri, kimlikler temelinde yaşanan sorunların demokratik olarak çözülebilmesinin de yolunu açacaktır. Aksi durumda, bırakalım emekçi sınıfların ezilmesini, baskın çoğunluk olan kültürel kimliklere dayanan sermaye kesimlerinin diğer sermaye kesimlerini dahi siyaset dışına iten otoriter/totaliter yönetimlere yönelmesi ve artan sorunların kimlik temelli iç çatışmalara yol açması kaçınılmazdır. Irak’ta, Suriye’de ve benzer ülkelerde yaşanan gerçeklikler de bu yöndedir.
Ülkemiz yeni bir dönemece girmektedir. Orta vadede “özgürlükçü demokratik bir ulus devlet” olma yoluna girmek ya da kimlik temelli çatışmaların yeni bir sahası olmak, karşılaşacağımız iki seçenek olacaktır. Bu bağlamda totaliter bir rejime doğru yönelmemek konusunda en belirleyici faktör, etkili bir emek/özgürlük siyasetinin inşa edilip edilememesidir.
Görevimiz: Birleşik, demokratik çoğulcu, kitlesel emek siyaseti
İşçi sınıfı ve emekçiler olarak, ülke geleceğini belirlemede etkili bir güç olmamızın ve maalesef büyük çoğunluğu bireysel çıkarlar temelinde yönetilen sendikal örgütlülüklerin, bu anlamda işlevli bir konuma getirilebilmesinin yolu ancak birleşik, demokratik, çoğulcu, kitlesel karakterli bir emek siyasetini oluşturmamızla mümkündür. Bunun oluşturulmasında hepimize, bütün sınıf temelli devrimci örgütlere, işçi topluluklarına, demokratik sendikal güçlere görev düşmektedir.
Şimdi değilse ne zaman?
* Bu yazı İKEP merkezi bülteni Paydos’un Ağustos 2022 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.