Umut Uğur
‘İşçi Tiyatrosu’ ve ‘tiyatro işçisi’ isim tamlamalarını düşündüğünüzde, hangisi daha aşina geliyor zihninize? Bu sorunun kişisel cevabı, zihnimizde hangi algı kanallarını, refleks olarak hangi bilinç paketleriyle ilişkilendirdiğimize bağlıymış. Aşinalıkla başlıyormuş odaklanma.
İşçi Tiyatrosu ilk olarak, 1924 yılında Moskova’da yayınlanmaya başlayan Mavi Gömlek adlı ulusal bir derginin projesi olarak zuhur ediyor. Dergide, söz konusu Mavi Gömlek kolektif işçi tiyatrosunun repertuarı, sahneleme metotları ve oyunları basılıp fasiküller halinde bütün ülkeye dağıtılıyor. Birkaç on yıl içinde de, dünyanın pek çok ülkesindeki muhalif hareketlerin heyecanla benimsediği, vazgeçilmez ajitprop bir geleneğe evriliyor. İşçi Tiyatrosu konusunun söz söyleyeni çok olur; bu yazının konusu tiyatro işçileri; onlar ki, evveliyatları Sovyet Devrimi’nden falan çook önce.

Tiyatro emeğinin kökleri
İlk tiyatro işçilerinin kimler olabileceğine yönelik bir araştırmaya girişince, eski çağlarda çoğu kez dans emekçileriyle tiyatro emekçileri aynı çatı altında görülüyorlar. Toplulukları topluca galeyana getirme becerisi olan bu emekçiler, kimi zaman ateşle kimi zaman havayla bir olup izleyenlerin epifiz bezlerini öylesine bir ahenkle faaliyete geçiriyor olmalılar ki, başka hiçbir iş yapmadan yaşamlarını kalburüstü seviyelerde sürdürebiliyorlar. Dyonisos işte bu segmentin ilahı. Ancak işin tam anlamıyla tiyatro emekçiliği olarak ayrışması yerleşik toplumların çoğalması ve kent alışkanlıklarının oluşmasıyla başlıyor. Retorik önem kazanıyor. Nida ile iletişim hayvanlara yakıştırılır oluyor. Yazı ve retorik bilginin yayılışını muazzam biçimde hızlandırıyor. Bilinen ilk tiyatro işçileri antik Mısır tapınak duvarlarına resmediliyor; oynadıkları oyunların metinlerine kadar hem de. Mitoloji anlatıyorlar. Bir nevi, dönemin diyanet müfredatı… Belli ki bu zanaat insanlar arasında epeydir demleniyor. Duvarlara işlenen resimlerde gördüğümüz tiyatro işçileri, dönemin saray ve uleması tarafından fonlananlar. Zira muktedirlerin bir bildiği var: Epifiz bezinin kontrol edilemez toplu cûşa neden oluşu ve sonuçlarını, evvelce topraklarında yaşanmış deniz kavimleri istilası sırasında aşk ile saldırayazan cengâver ejderhaların hikâyelerinden biliyorlar. Tabii bu belgeler hep sarayda neler olduğunu anlatıyor bize. Aynı dönemde halk arasında çalışan tiyatro işçileri yok muydu acaba? Firavun metinlerinde izlenen ısrarlı “Tiyatro böyle yapılır!” ünlemesi, insanı “Demek başka türlüsü de yapılıyordu,” şüphesine yönlendiriyor ama bunu doğrulayan nitelikte kaynak yok. Muktedirler onları nakşettirmemiş tapınaklarının kireçtaşı duvarlarına. Gelip görün ki, muazzam bir duvar ustası nüfusu bir anda ayaklanıp, hep bir ağızdan aynı kitabın ayetlerini terennüm eder hale geliveriyor. Bu işte mutlaka tiyatro işçilerinin parmağı olmalı. Okuma yazma oranının hayli düşük olduğu o çağlarda, bir anda olacak işler değil yoksa bunlar. Diğer yandan bu durum, Eski Ahit’in neden onca dramatik bir anlatıma sahip olduğunu da açıklayabilir.
Helenistik Çağ’da tiyatro işçileri Mısır’dakine benzer diyanet müfredatı anlatımı işlerinin yanı sıra, kraliyet soytarılık müessesesinde de çalışmaya başlıyorlar. Saray soytarıları krallarının yanında savaşlara götürülüp, dönüşte -eğer dönebilirlerse- kent halkına savaşta neler yaşandığını anlatıyorlar. Bir nevi savaş muhabirliği yapıyorlar. Kent sakinleri de bu havadisleri yığınlar halinde almayı öyle çok seviyor olmalılar ki, her yerleşimde en az bir tane anfitiyatro var. Çoğu zaman kentin en büyük yapısı. Bunun sadece drama bağımlılığıyla tetiklendiğine inanmak güç geliyor insana doğrusu. Bunca emeğe drama seyretmekten daha yaşamsal bir talep olmalı.
Adeta bir şifa: Haberdar olmak
Yerleşik yaşama geçen topluluklar, ilk başlarda dışarıdan gelebilecek tehlikelere daha belirgin bir hedef olmuşlardır muhtemelen. Yerleşerek hayatı kolaylaştırmanın bir bedeli olarak savunma stresiyle yaşamak yazgıları haline gelmiş olmalı. Böyle bir ortamda da etraftan ve yaklaşan tehlikelerden erken haberdar olmak büyük bir önem taşıyordu kuşkusuz. Meddahlara ulaklık yakıştırması boşuna değil. Bu iletişimi sağlayan tiyatro işçisinin de toplum nezdinde onaylanan ayrıcalıklı bir statüsü vardı muhakkak. Bunların işi, oradan oraya gitmek, cemaatten cemaate geçmek, her bir topluluğun diğer topluluklarda olup biteni öğrenmesini sağlamak ve söylentileri, dedikoduları, niyetleri, yargıları faş etmek, bunun karşılığında da hayatlarını rahatça sürdürmekti, muhtemelen. İnsan etrafından ne kadar haberdar olursa, savunma stresinden de o kadar arınıyordu muhakkak. Bir şifa adeta. Tiyatro işçisi anlattıkça ve anlatımını ballandırdıkça cûşu huruş zerreleri süzülürdü muhakkak kitlelerin omuriliklerine epifiz bezlerinden. Diken diken olurdu bedenler. Kimi zaman da, gülmekten kırılırdı insanlar. Hepsi şifa. Tiyatro işçisi gazeteci olduğu kadar bir şifacıdır da aslında; anfitiyatrolar da şifalı gazete…
Elbette muktedirler aydınlatıcı anlamı olan teatral faaliyetleri pek sevmezler. Hem şifa hem haber çok fazladır. Şifa yeterlidir. Haberleri kendileri ayarlamaya başlarlar. Tiyatro işçileri için emeklerinin neye hizmet edeceği sorusu bir kez daha kendi aralarında ayrışmaya neden olur. Tiyatro giderek dramaya hizmet eder hale gelir, haberci niteliğini kaybeder, cûşu huruşu acı çektirerek yaşatan, kahramanlarının ölümüne kahreden tragedyalara dönüşür. Tiyatro işçisi bir duygu sömürgeni halini alır. Artık her şey kurgudur ve tiyatro işçisi de kurguların icracısıdır. Görevi ve temsil başına alacağı ücret anlaşmalarla belirlenir hale gelir. Kendi tiyatrosunu kurmak isteyen çoğu tiyatro emekçisininse cezbedebildiği müşterinin takdiri geçimine yetmez.
Teatral emeğin taltifi nasıl yapılabilir?
Tiyatro işçisinin ortaya koyduğu emeğin taltifi nasıl yapılır ki? Birimi nedir? Alınan keyif mi? Moral? Dikiz hazzı? Öğrenme hazzı? Bilmenin olgunluğu hazzı? Bir bilet parası karşılığı mı? Tiyatro işçileri de ürettikleri değerle yabancılaşmış gibiler; tüm diğer işçiler gibi. Ortaya konulan emeğin değerini serbest rekabet piyasası belirliyor. Tiyatro işçisi ücret alır, kazancın büyük bölümü tiyatro patronuna kalır. Yatırımı yapan patrondur, kazanan da o olacaktır. Seyirci müşteridir. Aldığı şeyin parasını peşin öder. 18. yüzyıl İstanbul’u Çardak Kahvehanesi’nde gösteri yapan tiyatrolar önce izlenir sonra para ödenirmiş. Kimin ne kadar ödediğini de herkes bilirmiş. Bazen iş inada biner, tiyatro işçileri hiç görmedikleri meblağlara kavuşurlarmış. Şimdilerde, sahneyi görüş kalitesine göre fiyatlandırılan koltuk kiraları peşin ödenerek izlenen tiyatro işçilerinin ürünleri, beğenmek ve/veya beğenmemek arasındaki geniş skalada değerlendirilmekle kalıyor. Malum, her şey zihinsel. Arada bir de ödül veriliyor. Bu fiyata bu oyun… Nerden nereye?!
Amerika’da kurulan ilk ulusal tiyatro işçileri sendikası Equity, 1919 yılında, New York’ta dünyanın bilinen ilk tiyatro işçileri grevini organize ediyor ve sendikalı tiyatro emekçileri neredeyse bütün taleplerini kanun haline getirtip tiyatro patronlarına dayatmayı başarıyor. 1970’de de Ankara Sanat Tiyatrosu emekçileri, ‘Sınırdaki Ev’ oyununun ikinci perdesine grev önlükleri ve davul zurnayla çıkarak, Tiyatrocular Sendikası Ti-Sen çatısı altında, AST’ın kurucu patronlarına karşı ülkemizin ilk tiyatro işçileri grevini başlatıyor. Ancak kurucu patronlar işçilerinin taleplerini karşılamak yerine, tiyatroyu topyekûn işçilere bırakıp çekiliyorlar. AST’ın en parlak dönemi de, cuntaların, ekonomik krizlerin, türlü engellemelerin arasında geçen 70, 80 ve 90’lı yıllarda yaşanıyor. Gelip görün ki, onca başarı ve popülarite AST işçilerinin kendi tiyatrolarını borçlarından kurtarmaya yetmiyor.
Tartışmanın dönüp dolaşıp kitlendiği yer: Fikrî mülkiyet meselesi
Tiyatro işçilerinin iş tanımı sadece yazılmış oyun metinlerinde bulunmuyordur kuşkusuz. Bir kalem emekçisinin iş tanımı gibi, tiyatro emekçisinin de bir iş tanımı olmalıdır ki, ürettiği değer tespit edilebilsin. Bu bir akademik çalışma gerektirir muhtemelen. Böyle bir iş tanımı olmayınca, günümüzde sıklıkla görüldüğü gibi, kıran kırana bir ün rekabeti içinde yaşayan, imanlı bir toplum mühendisliği yapan, algıya oynayan ve asla sahici olmayan bir teamülsüzlük ortamı çıkıyor ortaya. Tiyatro işçilerinin de içinde olduğu geniş bir işçi segmentinin ortaya çıkarttığı ürüne, kapitalist Batı düşüncesi kendine göre ‘intellectual property – fikrî mülk’ diye bir kavram üreterek tiyatro işçisinin ürününü metalaştırma çabası gösterirken, kapitalizme alternatif düşünceler geliştiren ideolojilerin böyle konularda ortaya atılmış fikirleri pek az genelde; yok da denebilir hatta.
İnsanı insana insanla anlatmak, insanlık tarihinin olmazsa olmaz yapı taşlarından biri gibi görünüyor. Farklı perspektiflerden görüşlerle empati kurmak, insan olmanın farkındalığını artırıyordur muhakkak. Bunlar elzem ihtiyaçlar mıdır? Öyle görünüyor, zira muktedirler gelip gidiyor, çağlar kapanıp açılıyor, ama otonom tiyatro hiç bitmiyor. Dolayısıyla tiyatro işçisi de, ürününü başka başka formlarda ortaya çıkartarak, hep var oluyor. Aynasız yaşanmıyor demek. Çoğunlukların hakkını alamadığı bu dünyada, tiyatro işçilerinin hakkını alması düşünülemez elbette ama gelecek perspektifli hak paylaşımı tasarıları da genelde pek ham görünüyor. Yeni bir düşünceden çok yeni bir düşünme biçimi gerekiyor belki? Belki de sonunda herkesin tiyatro işçisi olduğu bir dünya tanımlanacak Batı Dünyası’nda ve Doğu Dünyası tiyatro emekçileri, “Biz ne diyoruz yüzyıllardır?” diye soracaklar kinayeli kinayeli.
* Bu yazı İKEP merkezi bülteni Paydos’un Eylül 2022 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır.