Zeki Kılıçaslan
Çok konuşulan bir konudur: Almanya ya da diğer Avrupa ülkelerindeki Türk işçiler, seçimlerde sosyal demokrat ve Yeşiller gibi partilere oy verirken sıra Türkiye seçimlerine gelince neden çoğunlukla sağ, muhafazakâr, milliyetçi partilere oy vermekteler? Bazı arkadaşlar bu duruma “işçiler orada çıkarlarına göre oy veriyorlar, orada sosyal demokrat/sosyalist partiler işçilerden göçmenlerden yana” gibi izahlar getiriyorlar. Tabi sonrasında akla hemen şu soru geliyor: “O zaman Türkiye’de solun işçilerin çıkarları ile bir ilgisi yok mu?”
Türkiye’de siyasal işçi hareketi yok!
E. Yıldızoğlu “Türkiye’de Sol (1960-1980): Hangi Sınıfın Solu?“ başlıklı yayınmış bildirisinde “Türkiye’de de sol vardır; işçi hareketi de vardır; ama sol ile işçi hareketinin bütünleşmesini ifade eden anlamda siyasal işçi hareketi yoktur” der. Benzer şekilde sol hareketleri ve bazen aynı zamanda oldukça güçlü işçi hareketleri de olan bazı ülkelerde de tarihsel bir bütünleşme olmaması ve ulusal çapta etkili bir işçi siyasetinin yokluğu anlamında, bu ülkelerde solun işçi sınıfının siyaset yapma aracı ve temsilcisi olmadığına vurgu yapar. Türkiye’de siyasal işçi hareketi anlamında tek anlamlı (ne yazık ki geliştirilememiş) örneğin de 1961-68 arası TİP (Türkiye İşçi Partisi) olduğunu belirtir.

Siyasal işçi hareketleri bazı tarihsel dönüşüm/devrimci koşullar dönemlerinde konseyler, sovyetler biçimlerini alsalar da kendilerini daha çok işçi, sosyal demokrat, sosyalist, komünist gibi vurgularla öne çıkan, ulusal çapta siyasal role sahip partiler olarak ortaya koyarlar. Tarihsel olarak bakıldığında hemen hemen her ülkede sosyalist örgüt ve hareketler ve yine zayıf veya güçlü işçi (sendikal/sosyal) hareketler vardır ama sadece bazı ülkelerde siyasal denebilecek işçi hareketleri bulunmaktadır. Siyasal işçi hareketlerinin gelişip gelişememesinde esas faktör olarak, o ülkedeki sanayileşme oranı ve işçi sınıfının nicel büyüklüğü belirleyici görülür ancak bunun tek belirleyici faktör olmadığı görülmelidir. Almanya, Fransa gibi kıta Avrupası ülkelerinde siyasal işçi hareketleri belirleyici olmuştur. Ancak bu siyasal atmosferi ABD’de ve Kanada’da göremezken, bu ülkeler gibi eski İngiliz sömürgesi olan Avusturya’da ve Yeni Zelanda’da görebilmekteyiz.
Türkiye’de ekonomik krizler hükümet partilerinin düşüşüne yol açıyor ama oy verilen siyasal taraflar değişiyor mu?
Bir ülkede siyasal işçi hareketi ortaya çıkıp çıkamamasının nedeni esas olarak o ülkenin siyasal/sosyal hareket tarihinin kendine özgü özelliklerinde aranmalıdır. Burada çok sayıda değişken ve dinamik faktörün varlığı ve etkileşimi söz konusudur. Ülkede tarih içinde yaşanan farklı düzlemlerdeki çelişki ve çatışma alanları içinde ana siyasal karşıtlığın hangi temelde kurulduğu, bunun kitleler tarafından algılanış şekli ve bu karşıtlıkların zaman içinde siyasal özneler tarafından farklı temeller esas alınarak dönüştürülüp dönüştürülemediği belirleyici faktörler olarak görünmektedir.
Eğer Türkiye’de siyasal bir işçi hareketi yoksa bu tarihi koşullar içinde emek-sermaye çelişkisini, siyasetin belirleyici temel çelişkilerinden en azından birisi olarak bile ortaya koyamadığımızı ya da bu çelişkinin işçi-emekçi kitleler tarafından hakkıyla algılanmadığı gerçeğini yüzümüze vurur. Nitekim çok kaba bir şekilde değerlendirildiğinde -ülkemizdeki Kürt siyasal hareketini bir kenarda tutarak- siyasal atmosferimize 1960 sonrası sağ-sol karşıtlığını esas alan, modern/seküler yaşam tarzı ve kimlik ile muhafazakâr/dindar kimlik temelinde tercihlerin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayrışmanın seçim sonuçlarında sürekli olarak, yüzde 65-70’a yüzde 35-30 karşıtlığını ortaya koyduğunu görüyoruz. Bugün sağ siyasetin oldukça zayıfladığı halde bile bu oranların çok değişmediğini, AK Parti-MHP iktidarının yıkılışının da ancak yeni sağ milliyetçi/muhafazakâr partilerin ortaya çıkması ile konuşulur hale geldiği gerçeği ortadadır.
Türkiye de seçmenler hangi kimlikleri ile siyasete katılım gösteriyorlar diye baktığımızda karşılaştığımız şey ortada: Geleneksel-dindar/Modern-seküler, Sünni/Alevi, Türk/Kürt kimlikleri. İşçiler ve yoksullar orta sınıfa göre daha az eğitimlidir ve genelde daha muhafazakâr bir kültürel kimliğe sahiptir. Dolasıyla Kürt veya Alevi kimliğine sahip olanlar dışındaki çoğunluk işçi ve yoksulların CHP’den daha çok sağ muhafazakâr milliyetçi partilere oy vermesi beklenir ve genelde gözlenen de bu durumdur. Sonuç olarak her kimliğin bir partisi var. Ve maalesef emek-sermaye çelişkisi siyasallaşmadığından işçilerin ve emekçilerin bir partisi yok. Ama Türkiye’de patronların ve sermayenin her kimlikten çok partisi var!
Evet, Türkiye’de ekonomik krizler çoğunlukla iktidarları, oy verilen partiyi değiştiriyor ama oy verilen “siyasal tarafı” değiştirmiyor. Eğer siyasal taraflar kimliklerce belirlenmişse ancak oy verilen partilerin isimleri değişir, siyasal tarafları değişmez. Hem nasıl olsun ki? Halkın ekmeği azaldı diye kimliğini de değiştirecek hali yok!

Umut her zaman vardır, gerekli olan doğru bir mücadele, örgütlenme anlayışını yaşama geçirmektir!
Ama bu özellikler hiç değişmez değildir. Sosyal siyasal tarihsel gelişme süreci içinde sosyalist hareket veya hareketlerin doğru yaklaşımla işçi hareketi ile bütünleşip siyasal bir işçi hareketi oluşumunu sağladıklarını veya tersi durumlarda var olan siyasal işçi hareketlerinin gerileyip bu konumu yitirdiklerini görebiliriz. Nitekim 1960 sonrası yükselen işçi hareketi koşullarında, sendikacıların TİP’i kurması ve partinin kısa sürede o zamanlar henüz anlamlı şekilde bölünmemiş olan değişik kuşaklardan sol kadroları kapsaması, partinin öncü işçiler için bir çekim merkezi olması, ardından TİP’li sendikalar tarafından kurulan DİSK’in TİP ile kurduğu karşılıklı güçlendirici iş birliği, TİP’i siyasal işçi hareketi örneği düzeyine yaklaştırmıştır. Devam eden süreçte devletin baskıları ve 1971 askeri yönetiminin politikalarının çok etkisi olsa da, TİP’in bu konumu yitirmesindeki esas nedenin, sol siyasetlerin yaşadığı ayrışma ve çözülme sonrası sol hareket ile işçi hareketi arasındaki anlamlı bir düzeyde kurulabilmiş bütünleşmenin yitirilmesi olduğunu görmekteyiz. Ardından hâlâ da devam eden süreçte, bazıları 1970-80 arasında kitlesel güce sahip olmuş olan, çok sayıda sosyalist ve devrimci örgütler, partiler ve bazı işçi hareketleri olsa da, şimdiye kadar hiçbir hareketin siyasal işçi hareketi konumuna yükselemediği ortadadır.
Burada diğer güncel bir örnek olarak Brezilya İşçi Partisinden (PT) söz etmek yararlı olacaktır. PT, Brezilya’da askeri diktatörlük rejiminin çözüldüğü yıllarda geleneksel devlet güdümlü sendikalara rağmen büyük grevlerle yükselen yeni bir işçi hareketi içinde, siyasal temsil arayışı sonucu 1979’da kurulmuştur. PT, geleneksel Stalinist, Troçkist ve gerilla hareketi kökenli, göreceli olarak güçlü sol siyasetlerin varlığına rağmen siyasal işçi siyasetinin olmadığı Brezilya’da mücadeleci sendika öncüleri tarafından kurulsa da hareket farklı eğilimlerden ve kuşaklardan sosyalist grupları ve kadroları içine alan, kent yoksulları hareketi, yerel dayanışma hareketleri, muhalif Katolik dini taban hareketleri gibi yeni toplumsal muhalefet odakları ile de bütünleşen çoğulcu bir yapıya sahipti. PT’nin giderek etkili bir siyasal işçi hareketi halini alıp 2002’de devlet başkanlığı seçimlerini kazanması, onu eski batı Avrupa işçi partileri dışındaki en anlamlı siyasal örnek olarak ortaya çıkarmıştır.
Gerekli olan; kültürel kimlik ayrımlarına dayanan “sol”un, işçi hareketi ve sosyalist güçler tarafından sınıf mücadelesi temelinde yeniden tanımlanmasıdır.
Türkiye’de sosyalist hareketlerimiz var, işçi hareketlerimiz de var ve işçiler sendikalaşmak ve örgütlenmek de istiyorlar. Sosyalist güçler işçilerin mücadelelerini, direnişlerini destekliyorlar. Öte yandan işçiler siyasete çok katılım gösteriyor ve çok yüksek oranda oy kullanıyorlar, partilere üye oluyorlar, toplantılara ve gösterilere katılıyorlar. Ama işçiler siyasette “işçi” olarak değil farklı kültürel kimlikleri ile varlar. Gerçek açıkça ortada, işçiler-emekçiler bir taraf olarak siyasette yoklar ve biz siyasal bir işçi hareketine sahip değiliz.
Kitlelerin algısında CHP’nin belirlediği ve kültürel kimliklere dayanan “sol”un işçi hareketi ve sosyalist güçler tarafından sınıf mücadelesi temelinde aşılıp yeniden tanımlanması sağlanmadan, sağ muhafazakâr siyasetlerin destekçileri konumundaki işçi, emekçi kitlelerin oy verdikleri partilerini değiştirseler de siyasal taraf değiştirmeleri mümkün görünmemektedir.
Şimdi siyasal gerilimin çok belirleyici olduğu bu seçim sürecini bir siyasal işçi hareketinin inşa mücadelesinin parçası haline getirmek görevi ile karşı karşıyayız. Uzun zamanlardır şahit olduğumuz şekilde bütünleşik bir siyasal işçi hareketi inşa etme perspektifinin parçası olarak anlamlı olabileceklerken, bundan tamamen bağımsız olarak, eski DİSK başkanlarının ya da bazı sendikacıların sırayla CHP’den ve çok dağınık durumdaki sosyalist hareketlerden birkaç sosyalist devrimci yoldaşımızın da HDP’den milletvekili olmaları ile bu sürece hizmet pek mümkün görünmemektedir.
Mücadeleci sendikal yapıların etkili bir emek siyaseti oluşturulmadan, işçi sınıfının hiçbir kalıcı ekonomik sosyal kazanım sahibi olamayacağını bilmek ve sendikaların bu siyasetin oluşturulmasında kendilerine düşen görevi hatırlamaları gerekiyor. Uzun süredir işçilerin hak alma ve gerçek örgütlenme mücadelesinin önünde engel haline gelmiş sendikal yapıları ve statükoları yıkacak yeni bir işçi hareketine ihtiyaç vardır. Bugünkü seçim sürecinden bağımsız olarak, her biri sosyalist teorinin belirli bir yorumunu esas aldığını belirtip buna dayanan grup kimliklerini var etme gayretinin dışında bir “politika” ortaya koyamayan sosyalist devrimci yapılarımızın da kendilerini aşmaları gerekiyor. Ve zaten bu iki süreç ancak birlikte yürüyebilir.
Birleşik, demokratik çoğulcu, kitlesel bir emek siyaseti olmadan ne ekmeği ne de demokratik hak ve özgürlüklerimizi kazanabiliriz!
* Bu yazı İKEP merkezi bülteni Paydos’un Eylül 2022 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır.