Kadrican Mendi
Mehsa Emini’nin “ahlak polisi” tarafından uğradığı aşağılanma ve ardından ölümü İran halkını ayağa kaldırdı. İran, ülkemizin kadim bir komşusu ve hem devlet hem de kültürel geleneğimizin önemli bir parçasıdır. Ancak buna rağmen Kemalist vizyonun yarattığı “kara çarşaflı, kara sakallı, çirkin gericiler”den oluşturulmuş bir karikatürizasyon üzerinden algılanıyor; İranlılar böyle yaşıyorlar, çünkü “onların bir Atatürk’ü yok.” Oysa her zaman olduğu gibi gerçek bu kadar basit değil!

Tarihsel hafızaya dair…
İran’ın, köklü bir Fars milliyetçiliğinin merkezi olan coğrafyası, İslam sonrası dönemde de Arap milliyetçiliğine karşı bir direnç merkezi işlevi gördü. Sünni-Şii ayrışmasında (Iraklı) Araplar üzerinden Şiiliğe dâhil oldu ve İslam’ın özgün ve muhalif bir yorumunu geliştirdi. Sünni dünyadan farklı olarak 12 İmam Şiiliği, ulemasını bir devlet kontrolü olmaksızın sivil alanda tutmayı ve buradan yapılandırmayı başardı. Ekonomik ve düşünsel bağımsızlığı olan Şii ulema bölgede halen devam eden tartışılmaz bir otorite haline dönüştü. (Sünni İslam dünyasında özellikle Anadolu’da ise tam tersine ulema her zaman devletin kulu oldu/olmaya zorlandı.)
20 yy. başlarında meşrutiyet tartışmaları ve mücadelesi 1905’te İran’ı (bizimle paralel bir süreçle) bir anayasaya kavuşturdu. Sonrasında Kemalizm’den etkilenen Rıza Pehlevi’nin, dağılan otokrasi yerine 1. Dünya Savaşı koşullarının yardımıyla (yine bizimle çok benzer şekilde) bir ulus devlet kurma çabası, bunun paralelinde ulemayı devlete bağlama teşebbüsleri hiçbir zaman tam anlamıyla başarılı olamadı. İslam öncesi Fars monarşisini modern formlarla yeniden diriltme çabaları dindar halk kesimlerinde, Kemalizmin Türkiye halkı üzerindeki etkisi gibi bir karşılık bulamadı.
50’lerde, Musaddık’ın İran ulusalcılığı ve anti-emperyalist söylem üzerine oturtulmuş çıkışı, başta petrol işçileri olmak üzere tüm emek sınıfını ayağa kaldırdı ve petrol endüstrisinin devletleştirmesi ile sonuçlandı.
Emperyal muhayyilede İran’ın bir “büyük problem” haline dönüşmesi bu olayla başlar!
Sonrasında Musaddık’ın bir CIA darbesiyle indirilmesi halkın muhayyilesine “şeytan Amerika” imgesini unutulmaz şekilde kazıdı. Aynı dönemde, henüz orta düzey bir ulema olan Humeyni, 60’lardan itibaren Şah’ın meşruiyetini net bir şekilde reddedip, Amerika-İsrail şer ittifakına karşı net bir tavır sergileyerek diğer ulemadan ayrıldı. Defalarca takibata uğradı, sınır dışı edildi, sürgünde yaşadı, idama mahkûm edildi ancak net ve tavizsiz tutumu, geniş halk kitlelerine dönük kavrayıcı görüşleri, ulusalcı-sosyalist hareketlerle ortak söylemler geliştirmesi, protesto/direniş hareketlerinde birlikte hareket etmeyi savunması, halk nezdindeki itibarını yükseltti, 78’den itibaren devrimin doğal lideri haline geldi.
Ve devrimci durum patlamaya neden olur
Halkın geniş katılımıyla yürütülen sokak eylemlerinin kitle katliamına evrilen şiddetle dahi bastırılmaması üzerine devlet mekanizması çöktü. Şah’ın bir gezi bahanesiyle gittiği Kahire’den geri dönememesi ve 77 yaşındaki Humeyni’nin milyonlarca insanın tezahüratları arasında İran’a inmesiyle İran’da yeni bir dönem açılmış oldu.
Humeyni devrim sonrası dengeleri gözetmeye dikkat etti. Yeni bir anayasanın yapılması ve halkoyuyla seçilmesi için çalışmalar başlattı. Devlet idaresine -hırslı genç mollaların tüm çabalarına rağmen- ulemanın katılmasını kesin bir şekilde yasakladı, ulemanın otoritesini hukuk alanıyla kısıtladı! Ve yönetime, devrimin sahibi olan halk cephesinin tüm unsurlarını dâhil etmeye çalıştı; bu minvalde devrimin geçici hükümetini kurması için ulusalcıların önemli figürü Mehdi Bazergan’ı başbakan olarak atadı. Sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan “liberal” Beni Sadr ile yola devam edildi.
İran’da ortaya çıkan bu yeni anti-emperyalist yönetim ilk andan itibaren Amerika-İsrail tarafından düşman ilan edildi. Devrimden hemen sonra, 12 Eylül 1980’de, Amerika ve körfez ülkelerinin tam desteğini alan Saddam Hüseyin İran’a savaş açarak yaklaşık 10 yıl sürecek İran-Irak savaşını başlatmış oldu.
Eski rejime “benzeme” süreci
Ardından devrim içi hesaplaşmanın başlaması; ordudan bir hizbin de içinde bulunduğu bir grubun Humeyni’ye dönük suikast girişimi, parlamentonun bombalanması ile birlikte terör dönemi başladı ve Humeyni’nin etrafındaki başta Sadık Halhali ve Rafsancani olmak üzere muhafazakâr mollalar öncelikle bürokrasiyi, sonrasında da devleti ele geçirdiler. Devrimin önemli isimleri, devrimci/özgürlükçü uleması, başta büyük Ayetullah Şeriatmedari (ki kendisi devrim sürecinde Humeyni’yi, idamını engellemek için, mezhebin en büyük makamı olan merci-i taklîd* olarak atamıştı) olmak üzere tasfiye edildiler.
Bu süreci, devrimin en önemli isimlerinden, Humeyni’den sonraki ikinci adam olarak görülen ancak Humeyni sonrasında politik sahneden tamamen tasfiye edilen bir diğer Ayetullah Uzma Hüseyin Ali Muntezeri Humeyni’ye yazdığı mektupta şu şekilde eleştiriyordu:
“Hiç biliyor musun ki İslam cumhuriyeti hapishanelerinde İslam adına işlenen cinayetlerin benzeri eski rejimde görülmemiş? Hiç biliyor musun ki insanlar devrim muhafızları tarafından soyulup tacize uğradıklarından artık kendilerini emniyette hissetmiyorlar? Hiç biliyor musun ki devrim muhafızları tarafından soyulan veya tacize uğrayanlar şikâyet ettiklerinde yargı veya polis üst makamların korkusundan susuyor ve hiçbir şey yapmıyorlar? Hiç biliyor musun ki hapishanelerde cinayetler işleniyor işkenceler uygulanıyor ve yargı sistemi buna göz yumuyor?”
İçerden dönüşüm arayışları
1997-2005 arası görev yapan “özgürlükçü” kanadın adayı Hüseyin Hatemi döneminde sistem içi tartışmalar güçlendi; Şeriatmedari ve Muntezeri gibi en üst düzey ulemanın da desteğini alan muhalif hareket toplumu yeniden hareketlendirdi, ancak bölgesel konjonktürün de etkisiyle bu hareketlenme bir politik hat geliştiremedi ve belirleyici olamadı!
Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı ile biraz olsun nefes alan toplumsal muhalefet, 2005 seçimlerinde, Ahmedinejad’ın muhalif hareketin adayı Mir Hüseyin Musavi karşısındaki şaibeli “zafer”i sonrasında, İran halkı ülke genelinde sokaklara çıktı ve haftalarca süren protesto hareketleri gerçekleşti. Ancak “Yeşil Hareket” adı verilen ve belki de devrim sonrasının en önemli halk hareketi olan bu çıkış sert bir şekilde bastırıldı, Musevi ve eşi ev hapsine alındı, özgürlükçü hareket siyasal alandan silindi.
İçerdeki güçlü muhalefete karşın, bölgesel konjonktürün sürekli bir uluslararası kriz sürecini dayatması, İran’a dönük Amerika-İsrail düşmanlığı ve ambargo, İran yönetiminin toplumsal sıkıntıları görmezden gelmesinin, sürekli ertelemesinin gerekçesi ve meşruiyeti haline dönüştürüldü!
İran’ın devlet olarak İsrail karşıtı ve Filistin yanlısı aktif tutumunun getirdiği bölgesel meşruiyetin yansıması ve Suriye’nin Türkiye ve müttefikleri tarafından işgal edilme çabalarıyla ortaya çıkan “Arap Baharı” kaosu sırasında, İran’ın bölge halkları için bir “kurtarıcı” rol üstlenmesi, içerde, İran kamuoyundaki hoşnutsuzluğu uzun süre uluslararası arenada görünmez kıldı.
Ancak yaşanan son olaylar devlet ile toplum arasındaki çelişkinin artık gizlenemeyecek kadar derin olduğu ortaya seriyor.

Ve yeni bir devrimci durum…
Amerikan ambargosunun emekçilerin/çalışanların yaşam standartlarını yerle bir ettiği bir zeminde, bir de en doğal özgürlük taleplerine karşı bile gösterilen barbarlık, İran halkını ülkenin her tarafında sokaklara döktü. Protestolar üniversitelerin de açılmasıyla birlikte tüm İran’a yayıldı.
Muhtemelen Amerika-İsrail cephesinin bundan bir kazanç çıkarma çabalarını da göz ardı edemeyiz. Barışçıl protestoların terörize edilmesi çabalarını öngörmek zor değil -zira bazı şehirlerde protestoculara kimliği belirsiz kişiler tarafından ücretsiz silah dağıtıldığı gibi bazı haberler de önümüze düşüyor- ancak hangi gerekçe ile olursa olsun halkların haklı taleplerinin şeytanlaştırılması kabul edilemez!
Önümüzdeki günlere tüm bölgede artarak devam edecek toplumsal hareketlenmelerin, iç dinamikler göz ardı edilerek, “dış güçler” gibi gerekçelerle gayrı meşru ilan edilme çabalarının kabul edilmesi mümkün değil!
Bitirirken…
Yakındoğu halklarının, mihnet-keşân**/emekçilerinin doğrudan siyasal sürece dâhil olamadıkları ama iktidarı ele geçirmiş (niyetleri ne olursa osun) klikler tarafından politik sürecin tüm riskini ve bedelini ödemeye mecbur bırakıldıkları bu denklemin bir an önce bozulması zorunludur.
Mevcut durum bölge halkları açısından belirleyici ve kalıcı sonuçlar elde edilmesinin önünde uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Bizim Gezi Direnişi’ne benzer şekilde bir “orta sınıf” protestosunun sınırlarında yürütülen bu tür mücadele pratikleri elbette desteklenmelidir ve İran halkının özgürlük talepleri “ama”sız biçimde bizim de önceliğimizdir.
Karşımızda duran ana sorun ise bölge halklarının hayati taleplerini esas alan, hayatı ve siyaseti, emeğin yaşamsal ihtiyaçları etrafında biçimlendirecek politik örgütlerin zayıflığı, hatta çoğu zaman yokluğudur.
İran’ın, Irak’ın, Yemen’in, Filistin’in, Türkiye halklarının/mihnet-keşân’ının özgürce yaşadığı, dünya nimetlerinden payına düşeni adilce ve kavga etmeden alabileceği bir düzenin inşası gerekmektedir. Bu ancak birleşik, demokratik, çoğulcu, kimlik sorununu es geçmeyen, ama sınıfın temel meselelerine odaklanmış, örgütlü politik gücün, kendini sınıfının ulus-devlet sınırlarıyla koşullandırmamış, bir iradesinin mücadelesi ile başarılabilir. Böyle bir gelecek için atılması gereken küçük ama hayati adımların arkasında durulması bugünün önceliğidir.
***
* Merci-i taklîd: İmâmiyye Şîası’nda fetvasına başvurulan en yetkili müctehid. (TDV İslam Ansiklopedisi) (E.N)
** Mihnetkeşân: Mihnet, sıkıntı çekenler. Bu ifade ayrıca 1920’de Bakü’de gerçekleştirilen 1. Doğu Halkları Kurultayı’nda “işçiler” için de kullanılıyor. (E.N)
*** Bu yazı İKEP merkezi bülteni Paydos’un Ekim 2022 tarihli 8. sayısında yayınlanmıştır.