Faşizmin Rasyonalizasyonu

Kadrican Mendi

22 yıllık AKP iktidarını yekpare bir bütün olarak görmek bugünü anlamamızı zorlaştırıyor. Ancak AKP analizlerinde çoğunlukla gözden kaçırılan bir durum bu.

Başlangıçta AKP programı; ABD-AB-NATO hattının Ortadoğu’ya model olarak dayattığı, serbest piyasa yanlısı, ılımlı İslam modelinin bayraktarlığını yapmaktı.

AKP 28 Şubat’ın galipleriyle yaptığı bu anlaşmanın hayata geçirilmesi görevini dindar kitleleri ve özellikle sivil alanda, bürokraside ve sermayede örgütlü cemaatleri mobilize ederek gerçekleştirdi.

Bu “çıraklık” döneminde başlıca icraat, DSP-MHP hükümetinin başbakanı Ecevit’in ekonominin başına getirdiği Kemal Derviş’in ekonomik programıyla başlatılan piyasa düzenlemelerinin hayata geçirilmesi oldu. 

Babacan’ın hala “asr-ı saadet” olarak andığı bu yıllarda, serbest piyasanın kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesi, “sosyal devlet”in verimsiz(!) şekilde kullandığı kaynakların sermayeye aktarılması, yerli ve milli şirketlerimizin küresel piyasalarda şaha kalkması için; iş güvencesi, sendikal örgütlülük gibi anayasal hakların törpülenmesi ile uğraşıldı.

Kamuya taşeron, sözleşmeli personel modeli yerleştirilirken, yine kamuya ait fabrikalar arsa fiyatına satıldı, üretim “fason”laştırılarak kağıt üzerinde verilen sendikal örgütlenme hakkı gerçek hayatta neredeyse imkânsız hale getirildi.

Bu dönemde NATO-AB perspektifi, serbest piyasa işleyişinin devletlerin politik tutumlarını törpülemesini ve onları küresel pazarın bekçileri haline dönüştürmesini öngörüyordu. Türkiye’ye de bu yaklaşımın Ortadoğu sorumluluğu, BOP eşbaşkanlığı payesi verildi.

Faşizmin bu kuluçka döneminde siyasal sorunlar ikincil önemde görülecek, Kürt meselesi, çevre ülkelerle yaşanan sorunlar, Filistin meselesi gibi meseleler, Ortadoğu’nun küresel piyasalara eklemlenmesi siyasal gerekliliğinin türevi olarak okunacaktı.

Bu minvalde “cesur” adımlar atıldı. Lakin Ergenekoncu kadrolar devlet içindeki hakimiyetlerini yitirecekleri korkusuyla AKP’nin karşısında tutum alırken, Türkiye’deki NATO’nun sivil ayağı olan “Fethullahçılar” tam da bu dönemde AKP’nin yanında yer aldılar. Devlet içinde yaşanan kaos beraberinde birçok gerilim getirdi.

AKP, 2011 seçimleriyle birlikte, “kalfalık” döneminde, parti içi bir tasfiye süreciyle paralel olarak bir tek adam teşkilatına dönüştü. Bu Erdoğan’ın daha cüretkâr adımlar atmaya başladığı, yaslandığı sınıfın içinde dar bir sosyoloji üzerinden sermaye aktarımına giriştiği, ranta dayalı, başta inşaat sektörü vasıtasıyla, kamuda ise yerel yönetimler kullanılarak, kaynakların hoyratça yağma edilmesi ve belli sektörlerin dar bir gruba münhasır kılınmasıyla ilerleyen, en kısa sürede en yüksek sermaye birikimini hedefleyen bir siyasetti.

Bu durum, AKP’ye tam destek vermiş cemaat yapılarının, zikrettiğimiz dar gurubun dışında kalmış bir kısmıyla, ama özellikle “cemaat”le gerilimi arttırdı. Erdoğan-Gülen çatışması Erdoğan’ın her türlü uzlaşıyı reddeden tutumu ile radikal bir biçimde çözüldü.

Bu son kriz Erdoğan’ın, mutlak iktidar isteğini dizginleyen, kendinde iktidardan pay alma hakkı gören gruplarla her adımda yaşanan pazarlık durumunun, ancak politika üstü bir zeminde çözülebileceğini kavramasına yol açtı! “Ustalık” devresine giriş; Avrupa burjuvazisinden 300 yıl, Kemalist Cumhuriyetten 100 yıl sonra Erdoğan’ın “ahbap çavuş ilişkisi”nden sıyrılıp, politik alandan bağımsız bir zeminde yeniden inşa edilen, “Türklük” dışında tüm kimliklerden arındırılmış, “rasyonel devlet”i keşfetmesiyle başlamış oldu.

15 Temmuz sonrası AKP’nin kendisini destekleyen tüm cemaatlere verdiği en net mesaj; artık hiçbir cemaate devlet içinde güçlenme, “paralel” iktidarlar oluşturma imkânı verilmeyeceği idi!

Haziran 2015 seçimlerinde yaşanan hezimet ve sonrasında Davutoğlu’nun başbakanlığında ancak ülkenin kan gölüne çevrilmesiyle çözülebilen ve “beka” meselesi olarak adlandırılan bu devlet krizi Erdoğan’a üç şey öğretti; ilki mevcut popülizm toplumsal desteğin kaybolmasını önlemeye yetmiyordu, ikincisi ise cemaatlerin toplumsal desteği maliyetini bile karşılayamayacak düzeydeydi ve üçüncüsü Kürt siyaseti tüm statükoyu yıkma potansiyeli taşıyordu!

Erdoğan’ın ihtiyacı olan; cemaat ve grup siyasetlerinden bağımsızlaştırılmış, sağı devletin âli menfaatleri etrafında bir araya getirecek bir ideolojik zeminde yeniden örgütlenmiş bir mutlak devletin başına geçmekti.   

Bu noktada Erdoğan bölgesel gelişmelerin verdiği fırsatları, yanına Ergenekoncu/Avrasyacı ekipleri de alarak bir “büyük Türkiye” hikayesine dönüştürdü. Sağ’ın dindar ve Türk milliyetçisi kanatları arasındaki farklılıkları anlamsızlaştıran melezlenmeler oluşturuldu.

Devlet, Peker’in Soylu üzerinden başlattığı salvolarla kayıt dışı ilişkilerden arındırılmaya çalışılırken, Erdoğan’da hem parti içindeki “yolsuzluk”lara sıkı denetim, hem de yeni süreci hoşnutsuzluklarla karşılayan cemaatlere karşı radikal adımlar atacağını gösterdi. Son haftanın BİM üzerinden patlak veren krizini bu açıdan değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

***

“Rasyonel bir burjuva devleti” tarihsel tecrübenin gösterdiği üzere kolayca “rasyonel bir faşist devlet”e dönüşme ihtimalini barındırır. Türk modernleşmesi adı verilen vakıa tam da buna denk düşer! Kendine sıfırdan ulus yaratma hedefini gerçekleştirmede “politika-altı” alanlarda başarısız kalan Kemalist proje, 100. yılında AKP ile hem idealize edilen “rasyonel devlet”e ulaşma, hem de buna toplumsal destek bulma imkanına kavuşmuş oldu. Henüz İslami camia bunu sindirebilmiş değil ve bu yüzden ikircikli tutumlar sergiliyorlar.

Ancak, Türkiye’deki cemaat yapıları da zaten devletle geliştirdikleri ilişkilerde, AKP öncesindeki sistem karşıtı karakterlerini tamamen yitirmiş durumdalar. Dolayısıyla AKP ile gelinen noktanın cemaatlerin devlet karşısındaki konumlarını yeniden Osmanlı dönemindeki rollerine rücu ettirdiği de söylenebilir.

Önümüzdeki süreçte Erdoğan liderliğindeki yeni piyasacı faşizminin, cemaatlerin “CHP zihniyetinin” kanırttığı Kemalizm endişelerini kolayca bertaraf edeceğini öngörmek zor değil.

Zira hem dindarlığın, hem milliyetçiliğin ancak ve ancak devlete itaatle meşru olabileceği bir zemin zaten büyük oranda yaratıldı.

Devlet’in aşkın varlığına hizmet etme” dışında bir varlık sebebi kalmayan Türkiye sağının buna ayak uydurması çok zor olmaz. Bunun dışındaki tüm nüanslar ise sadece, devletin rasyonel işleyişine tehdit teşkil eden “sapkınlıklar” olarak işaretlenip, yine devletin demir yumruğu ile ezilmeye müstahak olacaklar.

AKP’nin kurduğu bu yeni kapitalist imparatorluk cemaatler de dahil olmak üzere tüm toplumsal dayanışma ağlarını çözerek bireycileşmeyi artırıyor. Bu bir yönüyle bireyleri piyasanın çarkları karşısında çaresiz bırakırken, öte yandan sınıfsal temelde yeni örgütlenme biçimlerinin zorunluluğunu da netleştiriyor.

Akıntı tek tek karşı koyamayacağımız kadar güçlü! Toplumdan müstağni bir devlet karşısında, toplumun yeniden ve sınıf temelinde örgütlemesi ile inşa edebileceğimiz bir iradenin güçlendirilmesi dışında çıkar yol ise görünmüyor.

* Bu yazı İKEP merkezi bülteni Paydos’un Aralık 2022 tarihli 10. sayısında yayınlanmıştır.

Bu Yazıyı Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir