Kadrican Mendi
Başkanlık seçimlerine kitlenen gündem 6 Şubat felaketiyle birlikte farklı bir güzergaha taşındı.
AKP’nin halen lideri olduğu burjuva siyasetinin toplumu paralize etmek için kullandığı “sandık siyaseti”nin geçici olarak rafa kalkmasıyla birlikte toplumsal gerçekliğimizle yüz yüze geldik yeniden.
Felaket sonrasında her ne kadar yaşanan ihmal, beceriksizlik hatta kötü niyet Saray iktidarının hanesine yazıldıysa da sorun aslında daha geriden ve temelden kaynaklanıyordu ve benzerleri -bu çapta olmasa da- bizzat 99 depreminde de yaşanmıştı!
Toplumsal olarak depremin ilk saatlerinden itibaren ortaya konan çaba ve dayanışma iradesi saatler içinde tüm ülkeye yayıldı, insanlar kendiliklerinden örgütlenerek deprem bölgesine akın ettiler.
Devletten bağımsız dayanışma ve örgütlülükler sahada hayati işler yaptılar, bu çabalar olmasaydı şüphesiz hem ölü sayısı hem de genel mağduriyet artardı. Bu takdir edesi çabalar beraberinde bir deneyim ve toplumsal bilincin geliştirilmesine de yardımcı oldu şüphesiz.
Ancak ikinci günden itibaren kamuoyunun tüm duyarlılığına, yükselen tepkilere rağmen iktidar milyonları umursamaksızın tüm süreci kilitledi. Afet bölgesi için bağışlanan nakit ve malzemeyi, iş gücünü kendi önceliklerine göre kullandı, bölgeyi dayanışmaya kapattı ve insanlar daha enkaz altındayken bölgeyi en kısa sürede bir şantiyeye çevireceğini ilan etti.
İktidarın tüm bu pervasızlığı, geri adım atmasını gerektirecek bir karşı güç olmamasından kaynaklanıyordu. Toplumun devlet karşısında ne kadar edilgen, gözden çıkarılabilir “unsur”lardan ibaret olduğunu bir kez daha yaşayarak deneyimlemiş olduk. İnsanlar günlerce enkaz altında kurtarılmayı bekledi, binlerce insan göz göre göre ölüme terkedildi ve milyonlar ekranların karşısında bu hoyratlığa, sorumsuzluğa, hainliğe karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri olmadığını anladılar!
Ama yine de “dayanışma ruhu” bir müddet daha devam etti bölgeye yardımlar aktı, milyonlarca TL bağış devlet kurumlarına tepki olarak popüler isimlerin öncülüğünde örgütlenmiş “sivil” kuruluşlara aktarıldı, devasa kampanyalar birbirini takip etti…
Ancak sonuçta sivil toplumun yapabileceklerinin iktidar karşısında ne kadar sınırlı olduğu birkez daha ortaya çıktı. Devlet ile toplum arsında asimetrik ve herhangi bir güç dengesine müsaade etmeyen bir ilişki söz konusuydu. Bu dengesizliğin verdiği hissiyatla hareketlenen toplumsal ivme, Sınıf siyasetinin/emek güçlerinin topluma öncülük edebilecek örgütlü güçleri olmadığı için, STK’ların açtığı alanlara kanalize oldu ve anlık olarak çok etkili olmasına, tüm ülkenin gündemini belirlemesine rağmen iktidarın “mutlak” gücü karşısında saman alevi gibi sönüverdi
Sonrasında “Ahbap” üzerinden yaşanan hayal kırıklığı ve beraberindeki tartışmalar şahıslar üzerinden yürütüldü ve her zamanki gibi asıl sorun ıskalandı!
Tüm bunlar olurken toplumun dinamiği olan, tüm sistemi sırtında taşıyan emek sınıfının örgütsel olarak zayıflığı, üretimden gelen gücünü tüm sistemi zorlayabilecek şekilde kullanabilmesini imkânsız kıldı. Hem sendikaların hem emek partilerinin gücü bölgedeki çalışmalara lokal düzeyde katılabilmenin dışında bir politika geliştiremedi ve sınıfı iktidar karşısında bir güç olarak çıkaramadı.
Buradan çıkarmamız gereken dersler olduğu muhakkak bunun için de şu soruları sormamız gerekiyor öncelikle;
Benzer bir felaket yaşadığımızda toplumun tüm dayanışma potansiyeline rağmen farklı bir sonuç elde etmemiz mümkün mü?
Değilse bunu değiştirmek için ne yapmalıyız?
***
İttihatçı/Kemalist Cumhuriyetin “sınıfsız, çelişkisiz” devletin emirlerine amade, yekpare bir “hayali cemaat” olarak tasarladığı toplum modelinde sınıfsal örgütlenmenin imkanları bilinçli bir şekilde engellendi, engellenemediği zamanlarda da zayıflatılmaya çalışıldı. Dolayısıyla bugün sivil toplum adı altında tartıştığımız şey, Kemalist Cumhuriyetin, kafasındaki burjuva sınıfı için çizdiği meşruiyet sınırları dışına çıkamayan bir sosyoloji…
Bu sınırları zorlayan toplumsal gruplar ise kendilerini resmi ideolojinin seküler/aydınlanmacı projesinin dışında konumlandıran ve örgütleyen dindar/muhafazakar gruplar ile geleneksel toplumsal yapılarını büyük oranda muhafaza edebilen Kürtler oldu.
Bugün emek siyasetinin geniş emekçi kitleleriyle sağlıklı irtibatlar kuramamasının temel sebebi ısrarla Cumhuriyetin burjuva siyaseti için çizdiği kimlik hatları üzerinde yürümeye çalışmasıdır.
Dolayısıyla Afet bölgesinde cemaatlerin halkla kolayca irtibat kurabilmelerini süratle dayanışma ağları üretebilmelerini sadece iktidar desteğiyle açıklamak, toplumsal zeminle uyumlu bir retorik ve anlam dünyasına sahip olmaları gerçeğini ıskalamak olur.
Cumhuriyetin dayattığı ezberleri tekrar eden parti, sendika ve dernekler de insanlara ulaştılar elbette. Ama son sahnede on binlerin cenazesini kaldıranlar, arkalarından Yasin okuyanlar cemaatler oldu. Bu gerçek, emek siyaseti yaptığı iddiasında olan yapılar için siyasal olarak çok önemsiz ve atlanabilir bir detay olarak, hatta gericiliğe verilmiş bir taviz, “cumhuriyet kazanımları”na ihanet olarak görüldü-görülüyor. Ancak felaketi yaşamış insanlar açısından unutulacak, es geçilecek bir şey değil…
Toplumla, yani emeğiyle geçinen insanlarla aynı şeylere inanmayan – en azından empati duymayan- ne camisinde ne kahvehanesinde olmayan ne bayramda ne cenazede görünmeyen, atılan tekbirlerden rahatsızlık duyan ve fakat salt “aydınlanma, laiklik, ilericilik retoriği üzerinden, halkı kurtarılmayı bekleyen zavallı cahiller sürüsü olarak gören – ya da böyle görmediğine dair bir eylem izhar edemeyen- bir siyasetin kitlesel bir sınıf siyaseti geliştirebilmesi mümkün değildir.
Mevcut Emek siyaseti aktörlerinin hedef kitlesinin, cumhuriyet aydınlanmasından nasibini almış(!) şehirli-eğitimli-beyaz yakalılar olması, onları radikal emek siyasetinden ziyade sivil toplumculuğa teşne vaziyette tutuyor.
Dolayısıyla en geniş emekçi kitlelerine erişimi olmayan bir emek siyasetinin yapabilecekleri sosyal medyayı ne kadar iyi kullanabildikleriyle orantılı…
Milyonları sokağa dökebilecek partileri, genel grev ilan edebilecek sendikaları olmadığı için Sınıf siyasetinin belirleyici olamadığı bir zeminde, Emekçilerin burjuva siyasetlerinin vaatlerine inanmaları, popüler kurtarıcıların peşinden gitmeleri şaşırtıcı değil!
Asıl soru ise şu aslında;
Hem “düzen”i sürdürmek, hem Emeği yüceltmek mümkün mü?