Türkiye: Seçimlerin Röntgeni

M. Şadi Ozansü

Türkiye bilindiği gibi emperyalizme bağımlı fazla gelişmemiş bir kapitalist ülkedir. Bakmayın öyle büyük kentlere dikilen gökdelenlere, yapılan köprülere, tünellere, havaalanlarına, şehir hastanelerine. Bunların hepsi günümüzde bütün emperyalizme bağımlı yoksul ülkelerde yapılıyor.

Çünkü bunların hepsi halktan çok adaletsiz bir tarzda toplanan fahiş vergilerle yapılıyor, hiçbir hükümetin Başbakanı’nın ya da devlet Başkan’ının cebinden çıkmıyor. Geçen yüzyılın başında ABD’de yapılan ve şimdi aradan o kadar zaman geçtikten sonra bizde yapılanların benzerlerinin Avrupa’nın büyük emperyalist ülkelerinin kadim şehir merkezlerine yapıldığını hiç gördünüz mü? Bugün büyük şehirlerin tabii dokusunu bozan gökdelen mimarisi sadece geri ülkelerde köyden kente nispeten yakın bir tarihte göçmüş olan halkın gözünü boyamak için ve gene yoksulların soyulması için revaçta.

Tabii emperyalizme bu göbekten bağımlılık Türkiye’yi daha kırılgan bir toplum haline getiriyor. Şöyle ki: ezilen sınıfın mücadelesinin gelişmesi ya da gerilemesinin her an mümkün olabileceği bir toplumsal yapı.
Biz İKEP olarak seçimlerde “devrimci olmayan bir durum”dan “öndevrimci bir durum”a geçilmesi ve “karşı devrimci bir durum”a girilmemesi için tutum aldık. Çünkü bu seçimler aşağıda anlatacağım gibi işçi sınıfı öncüsü açısından da, genel olarak işçi örgütleri açısından da kayıtsız kalınabilecek bir seçim değildi.

Başkanlık seçiminde Kılıçdaroğlu’na oy verme çağrısı dışında – ki ona da seçildiği takdirde en kısa zamanda bu meclisi feshederek demokratik bir seçime gitmesi koşulunu öne sürdük- hiçbir burjuva partisine oy verilmesi çağrısında bulunmadık. Kılıçdaroğlu’na öne sürdüğümüz koşul onun bu çağrıya icabet edip etmemesinden ziyade bizim kitleye neyi işaret ettiğimizin anlaşılmasına yönelikti kuşkusuz. Kaldı ki, hiçbir ele gelir işçi örgütünün yer almadığı bu seçimlerde Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı da elbette bir taktik adımdı.

Eğer kazansaydı, Kürt tutsaklar başta olmak üzere bir dizi acil demokratik talebin, kitlelerin de itici gücüyle öne sürülmesinin fırsatı doğacaktı. Üstelik Kılıçdaroğlu Cephesinin çok muhtemel mütereddit kalışına rağmen gerçekleşecekti bu. Sonuçta işçi sınıfının üzerindeki cendere de gevşeyecek, iktidar taraftarı işçi sendikalarının işleri zorlaşacak, belki DİSK bile konforlu alanından sıyrılıp radikalleşmeye başlayacak, sendikalı işçi sayısı artacak, 89 yılında olduğu gibi yeni bir doğal işçi Önder’i kuşağının sendikaların yönetici mevkilerine gelmesi mümkün olacaktı.

Böyle olmadı. Ama neden olmadığının hakiki sebeplerinin de iyi tahlil edilmesi gerek. Sağa sola çamur atılarak bu işin altından kalkılamayacağı bilinmeli.

SEÇİMLER VE SINIF MÜCADELESİ

Bütün burjuva toplumlarında olduğu gibi bizde de seçimler aslında çarpıtılmış’ bir sınıf mücadelesidir. Tabii ki öncelikle burjuva partileri arasında bir mücadele.

Seçimin iki esas bloku şunlardı:

Bir tarafta AKP+ MHP+ YRP + BBP+ HÜDA-PAR şeklindeki ve başını AKP ile MHP’nin çektiği “Türk Tipi Faşizme” kadar uzanan bir Blok.

Karşı tarafta CHP+ İYİ+ SP+DEVA+ GP+ DP(?) den oluşan ve başını CHP ile İYİ partinin çektiği “Sağcı Halkçı Cephe”olarak niteleyebileceğimiz bir Blok.

Bunların dışında YSP adını almak zorunda kalan HDP’nin başını çektiği ve içinde bir dizi küçük sol grubun yanı sıra TİP’in ve EMEP’in de yeraldığı “Solcu Halkçı Cephe” olarak adlandırabileceğimiz bir diğer Blok. Bu Blok her ne kadar kendini “Emek ve Özgürlük İttifakı” olarak nitelemişse de ana bileşenleri olan HDP ve TİP yanında sadece EMEP ile emek alanında yer tutmaya çalışmış ve tabii bunda da oldukça yetersiz kalmış olduğundan sınıfçı değil ancak halkçı bir cephe zemininde yer alabilmiştir.

Son olarak bir diğer Blok da “Sosyalist Güçler Birliği” adıyla hareket etmiş olandır. Aslında Gezi isyanının seküler küçük burjuva gençlerinin ve biraz da orta burjuvaların çocuklarından oluşan kitlesini onlara hitap eden bir politika izleyen TİP kaptığından ne sosyalistleri ne de işçileri kapsayabildiğinden seçim denkleminin dışında tutulması gerekiyor. Sol Parti, TKP ve özellikle TKH’ın aldıkları çok cüzi oylar değildir söz konusu olan. Bu oyların ne kadarının öncü işçi oyları olduğudur. Sanırım yok gibi. Aldıkları oylar TİP’in aldığı oylarla aynı sosyolojik tabana dayanmaktadır. Zaten başka nasıl olabilirdi ki? Onu da birazdan anlatacağım.

Müzmin Boykot Cephesi’ne (?) gelince. Seçime katılma oranının yüzde 90’lara vardığı bir ahvalde böyle bir cepheden bahsetmek bile abes oluyor.

AKP işçiler sayesinde kazandı!

Seçimler öncesinde İKEP’te kendi aramızda yürüttüğümüz tartışmalarda seçimlerin galibinin “Türk Tipi Faşizm” Bloku olacağını, bizim dışımızdaki birçok yapı gibi, son haftalarda biz de farketmiştik. Ama bunun nedeninin bugüne kadar sıralananlardan biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Evet “Sağcı Halkçı Cephe” işleri tamamen sandığa endekslediğinden seçim öncesi bir kitle seferberliğini frenlemişti. Evet “Türk Tipi Faşizm” Bloku 1946 seçimlerine rahmet okutacak tedbirlerle girmişti seçimlere. Herkes biliyor, bunları sıralamaya bile gerek yok.

Evet Kürt halkının demokratik özlemlerine düşman yönetimler hep vardı, ama bu kadar yalan üzerine kurulu bir politikayı pervasızca izleyen bir iktidara ilk kez rastlandı. Evet ülkede kontr-gerilla türü paramiliter güçler hep vardı, ama bunların bu kadar ayan beyan ortalığa salındığına ilk kez tanık olundu. Evet Kılıçdaroğlu ve partisi hep taviz verdi. Evet Meral Akşener masadan kalktı. İyi de bunlar neden oldu? Bunların hepsinin iki temel nedeni var. Birincisi genel olarak İşçilerin durumu.

Evet, burjuva muhalefet cephesinin seçimleri kazanabilmesi için öncelikle İşçilerin desteğini alması gerekiyordu.

İşçiler devrimci olmayan dönemlerde neredeyse köylüler kadar tutucudurlar. Kaldı ki mevcudun yerine gelebilecek bir iktidarın ekonomi politikalarının kendileri açısından daha avantajlı olacağına da inanmadılar. “Var olanla yetinelim, maceraya atılmayalım” dediler. Haklıydılar da.

“Türk Tipi Faşizm”e yönelişten uzun vadede çok zarara uğrayacaklarını düşünemezlerdi. Onlara bu durumu ince ince ve sistemli olarak anlatacak az çok kitleselliğe ulaşmış ne ekonomik ne de siyasi örgütleri vardı. Oysa hükümet lehine varolan seçmen dengesini, sadece büyük işçi merkezlerinin oyları bozabilirdi. Bu olmayınca, hükümet seçimleri işçiler sayesinde kazandı.

Ama mesele bununla sınırlı değil. Hükümete imkan sunan çok daha önemli bir gelişme vardı: Uluslararası savaş durumu! Seçim analizine bu faktörü dahil etmediğimizde boşa kürek çekmiş oluruz. Sağcı Halkçı Cephe seçimler öncesinde ABD ve AB’nin tam desteğini aldığını sanarken yanılıyordu. O destek yüzünden kitleleri frenlemeye çalışıyor, hükümetin sandığa yönelik olası saldırılarına karşı “uluslararası camia”nın desteğine güveniyordu. Oysa Ukrayna’daki savaşla birlikte kartlar yeniden karılmıştı. Artık yeni bir durum vardı ve büyük emperyalist güçler AKP-MHP hükümetin içine düştüğü ortamdan yararlanmaya karar verdiler. Dereyi geçerken at değiştirmeye gerek yoktu.

İşte Kılıçdaroğlu’nun giderek sağa açılmasına ve Meral Akşener’in masayı terketmesine neden olan buydu. Çünkü sadece ABD ve AB değil, onlara göbekten bağlı yerli finans kapital de mevcut hükümeti desteklemeye karar veriyordu. Kılıçdaroğlu ve Akşener’e dört koldan – ve içerden de- saldırmaya başladılar. Son zamanlarda Hürriyet gazetesinden sonra yazılı basının yeni Amiral gemisi “Sözcü”nün kalemşörlerini izlemek bile ibretlik oldu. Sonuçta ABD ve AB emperyalizmi hem NATO hem İsrail konusunda mevcut hükümetten her türlü güvenceyi alınca seçim sürecinde de AKP’yi desteklemeye karar verdiler. Sağcı Halkçı Cephe’nin artık yapacağı bir şey kalmamıştı. Kılıçdaroğlu’nun iki tutarlı destekçisi kalmıştı: Kürt seçmenler ve Saadet Partisi! Ha bir de kendi bölünen oyları tabii.

Şimdi bu durum bile ikinci turda neden Kılıçdaroğlu’na oy verilmesi gerektiğinin haklılığının izahı olsa gerek. Kaldı ki burada hiçbir tuhaflık yok. Afganistan’da Taliban’ı, Hindistan’da Modi’yi ve Filistin’de Yetanyahu’yu desteklemekte bir beis görmeyen ABD emperyalizminin ve onun hempalarının Türkiye’de AKP/MHP hükümetini desteklemelerinin kendileri açısından ne sakıncası olabilir ki?

Şimdi ne yapmalı?

Yukarıda “Türk Tipi Faşizm”e yöneliş işçiler sayesinde kazandı dedik. Ama işçi sınıfı yüzünden demedik. İşçiler kendilerinin diğer sınıflardan farklı ‘ayrı’ bir sınıf olduklarının farkına varmadıkça AKP-MHP rejimini cansiperane savunan bir bakkaldan ya da manavdan farklı olmayacaklar. Şimdilik ağırlıklı olarak öyleler. Tabii bu yarın da böyle kalacaklar anlamına hiç gelmiyor. Önümüzdeki dönemde 89’ Bahar Eylemlerinde olduğu gibi yeni işçi önderlerinin ortaya çıkması ve bunların mevcut bütün sendikaların yönetimlerine dahil olmaları kaçınılmaz. Evet işçi sınıfının öncü kesimleri öncelikle bu tür mücadeleci sendikacılardan çıkacak. Ama bunların daha geniş işçi kitlelerini – yani derin işçi sınıfını, yani en yoksul ve en ezilen işçi sınıfını mücadeleye kazanmaları için birleşik bir mücadeleyi hayata geçirmeleri de şart. Bunun yolu da bilinmedik yeni bir şey değil:

“Yeni mücadele tarzları keşfetmeye çalışmanın manası yok, çünkü bugüne kadarki bütün dünya işçi hareketinin tarihi zaten bu mücadelelerle dolu. Şöyle ki: aynı hedefe vuran çok iyi yönetilmiş bir işçi basını kampanyası; yandaş milletvekilleri değil gerçek halk önderleri tarafından meclislerde yapılan hakiki sınıfçı söylevler; ciddi bir propaganda için bütün kampanyalardan yararlanma; kitlelerin sadece konuşmacıyı beğendikleri için dinlemeye geldikleri değil, o an için gerekli olan bütün şiarları ve hareket tarzlarını aralarında tartışarak edinmek isteyecekleri tekrarlanan kapalı salon toplantıları; iyi örgütlenmiş kitle gösterileri; kararlı bir sınıf mücadelesi doğrultusunda sendikaların saflarının genişletilmesi ve birlikteliklerinin sağlanması için açık kampanyalar; daha geniş grevler; daha güçlü sokak gösterileri; kentlerin ve kırların emekçilerinin genel grevi ve işçilerin ve yoksul köylülerin iktidarı için totaliter bir hükümete karşı mücadele”. Bunlar dünya işçi mücadelesinden bugüne uzanan örnekler.

Bizim burada atmamız gereken bütün adımların başlangıç noktası işçileri “kendinden sınıf” olmaktan çıkarıp “kendisi için sınıf” haline ulaştırmayı propagandamızın merkezine koymak olmalı.

Bu Yazıyı Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir