M. Şadi Ozansü
Mevcut hükümetin politikalarına karşı hep “en geniş halk kesimlerinin” ittifakının kurulmasının gerektiği konusunda bir “genel doğru” var. Genel doğruların çoğu gibi bu anlayış da aslında tam bir efsane. Biraz eşelendiğinde içinden son derece kof bir “mücadele” ve hâkim sınıflarla işbirliği anlayışının çıktığını görüyoruz. İşçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından şu an için çok büyük bir tehlike arz etmiyor, çünkü henüz kendi iktidarına yürümeye niyetli bir işçi sınıfı yok.
Daha doğrusu işçi sınıfından ziyade bir işçi yığışımı söz konusu ki, bu da mevcut iktidarın kendisi için bütün olumsuz koşullara rağmen ayakta kalmasına fırsat verdi. Evet işçilerin ekonomik örgütleri olan sendikaların yönetimleri ağırlıklı olarak hükümetin ya da büyük patronların yandaş aygıtları. Biraz muhalif gibi duranları bile son tahlilde “ne şiş yansın ne kebap” usulü göstermelik bir mücadele hattı tutturarak aslında işçilerin pek mücadele etmeye niyetli olmadıkları iddiasının arkasına gizlenerek koltuklarını tehlikeye atmayacak politikalar izliyorlar.
İşçilerin siyasi yapılarına, yani partilerine veya diğer örgütlü yapılarına gelince, onlar da, işçi kamuoyunda hem çok cılız bir yer tutuyorlar, hem de en mücadele etmeye çabalayanları bile birazdan eleştirisini yapacağımız “en geniş halk kesimleri”nin ittifakının bekleyişi içinde, birbirlerinin ayağına basmamaya özen göstererek mutad faaliyetlerine devam ediyorlar.
“Peki ama işçiler geri duruyorlarsa örgütlerinin yöneticileri ne yapsınlar” denebilir mi?
Her ne kadar henüz çoğunluğu mevcut hükümete ya da patron hükümetlerine biat etmiş işçilerse de, en azından içlerinden hatırı sayılır bir kısmı da işçi sınıfı gibi davranma niyet ve azminde olduklarını her gün
gösteriyorlar. Şimdi mücadeleci işçi sendikaları – henüz sayıları az da olsa- ve siyasi işçi örgütleri – çok cılız da olsalar- patron hükümetlerine karşı yürütecekleri birleşik bir mücadeleyle buna hazır olan gençlik
yapılanmalarının da desteğini alarak çok güçlü “tek vuruş”lar yapabilirler.
Önemli olan ayrı bayraklarla da olsa hedefe yürümek ve sınıf düşmanına birlikte vurmaktır. Bu tek tek konularda yapılacak “birlikte vuruşlar” işçilere özgüven sağlayacağı gibi moral de sağlayacaktır. Patron hükümetlerine biat etmiş işçilerin sınıf mücadelesine kazanılmasının yolu ancak buradan geçer. Görerek ve yaşayarak yandaş sendikalarını doğru yola ancak böyle sokabilirler. Sendikal yapıları sınıf işbirliğinden ancak böyle uzaklaştırabilirler. Ama bunun gerçekleşebilmesi için de şimdilik cılız’ işçi sınıfı partilerinin ve örgütlerinin “sınıfa karşı sınıf” politikasını izlemeleri hayati önem taşıyor.
İşçi topluluğunun işçi sınıfına dönüşmesi, dönüştürülmesi için lafta değil fiiliyatta birleşik bir mücadele şart. Bu mücadele başlangıçta ne kadar zayıf gibi görünürse görünsün, ilerleyen günlerde çok daha geniş işçi yığınlarını kazanabilme şansını yakalayacaktır. Dolayısıyla sorun, işçilerin ataletinden ziyade hareket etmeye niyeti olmayan sendikal önderlikler ve “her şeyi ben bilirim, bu işi benden başka hiçbir güç yürütemez” anlayışındaki siyasi yapıların onyıllardır süregelen egoizması, hallerinden memnuniyetleri ve basiretsizlikleridir. İşçiler şu anda adım atmakta tereddüt ediyorlarsa, bunun sorumlusu sendikaların yöneticilerinin yanı sıra siyasi örgütlerinin yöneticilerinin siyasal kıskançlıklarıdır da. Bugünün dünyasının hiçbir ülkesinde, özellikle de böyle bir kriz ortamında işçiler sınıf mücadelesine sokulamıyorlarsa, bunun sorumlusu öncelikle “ben işçi sınıfı önderliğiyim” diyen siyasi yapılardır. Kitle ile “önderlik” arasındaki ilişki diyalektiktir ve birbirini besler.
“En Geniş Halk Kesimlerinin Biraraya Getirilmesi” anlayışı neden yanlıştır?
“En Geniş Halk Kesimlerinin Biraraya Getirilmesi” anlayışı bugüne kadar olduğu gibi hep bir ‘beklenti’ye dayanır.
O beklenti aslında bir çözümsüzlüktür. Neden? Çünkü en geniş halk kesimleri ya da sınıfları aslında bir yanılsamadan ibarettir. Evet tekelci sermaye ya da finans kapital nüfusun belki de yüzde 1’inden bile daha dar bir dilimini kapsar, ama onun karşısında bir yüzde 99’luk ‘halk’ yoktur. Öyle olsaydı sınıf mücadelesi çok kolay olurdu. Tam tersine, toplumda en büyük sömürücüler, ikinci sınıf sömürücüler ve daha alt sömürücüler vardır. Bu da yetmez, bu sömürücülerin hizmetinden ve emrinden hiçbir zaman çıkmayacak bir ‘yandaş’lar ordusu vardır. Bu durum 1789 Büyük Fransız Devrimi için de, 1917 Rus Devrimi için de ve 1936 İspanyol Devrimi için de böyledir. Bundan sonra da böyle olacaktır. İşçi sınıfının ve ezilenlerin birliği/cephesi tayin edicidir. Kısaca; işçi sınıfının bütün kesimlerinin, kentlerin ve kırların yoksullarının iktidarı için mücadele. Bunun dışında daha “geniş” birlik arayışları ister istemez çeşitli sömürücü sınıfların desteği arayışlarını çağırır ve felakatle sonuçlanır. Çünkü faşizme karşı bile daha “geniş” sınıflarla ittifak arayışına girdiğinizde kendi sınıf cephenizin haklı taleplerini bir kenara itmek zorunda kalırsınız ki, o zaman da iktidar mücadelesi yürütemeyeceğiniz gibi kendi cephenizin gücünü de moralini de kırmış olursunuz. Dolayısıyla tarihte bütün örneklerinde görüldüğü gibi bu durumda kazanan zaten faşizm olur.