Kadrican Mendi
Türkiye Cumhuriyeti 2. paylaşım savaşı sonucu yeniden şekillenen dünya siyasetinde ABD etrafında şekillenen, kendine “komünist tehlike” karşısında mücadele eden “özgür dünya” adını vermiş kapitalist blok içinde yer aldı. Bunda paylaşım savaşı boyunca Faşist Almanya’nın liderliğindeki faşist bloğa yakın ve paralel bir siyaset izlemesini affettirmek kaygısı da vardı. 50 sonrası iktidara gelen Demokrat Parti ise hem kapitalist bloğun gönülden destekçisi oldu, hem de NATO’ya kabul edilsin diye Kore’ye, işgalci NATO ordularına destek vermek için asker gönderdi.
Bu tarihten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm hükümetleri İttihatçılardan devraldıkları emperyal tahayyüllerini gerçekleştirmek için NATO üyeliği ve ABD ile ittifak olma kozunu kullandılar. Türkiye’nin “jeostratejik önemi” tezi bu pazarlığın kalkış noktası oldu.
Soğuk Savaşın sona erdiği 90’lı yıllarda T.C. hükümetleri bu kez “jeostratejik önem” kozunu, bağımsızlığa kavuşan “Türki Devletlerin,” “Ortadoğu bataklığındaki diktatörlüklerin” demokrasiye kavuşturulması gerekçesiyle pazarlamaya devam etti.
Bu politika Özal’la başlayan, sonraki ANAP, SHP, DYP, RP, DSP, MHP’nin ortakları olduğu tüm hükümetler tarafından aynen devam ettirildi. 2002’de iktidara gelen AKP hükümetinin “stratejik derinlik” dediği tez, aslında bu sürekliliğin yeniden ambalajlanmış halinden başka bir şey değil.
Mustafa Kemal’den günümüze tüm T.C. hükümetlerin dış siyaseti; önceleri İngiltere ile (Sadabat paktı sürecinde izlenen siyaset), sonraları NATO/ABD ittifakını yanlarına alarak eski imparatorluğun kaybedilmiş toprakları üzerinde yeniden hegemonya kurmaktan ibarettir.
Coğrafyamızda yaşanan savaşları ve diğer siyasal mücadeleleri bu perspektif olmadan kavramamız mümkün değil.
Menderes’in NATO için Kore’de vatan evlatlarının kanı üzerinden gösterdiği cömertlikten, Özal’ın birinci Irak işgalinde “bir verip üç alacağız” şeklindeki pazarlamacılığına, AKP’nin bir zamanlar parlayan yıldızı Babacan’ın 2. Irak işgali için “ilk bomba düştüğünde hesabımıza 6 milyar dolar yatacak” utanmazlığına, Filistin’de siyonist terör devleti İsrail’in işgal ve katliam politikalarına ABD/NATO müttefiki T.C’nin dolaylı desteğine kadar Ortadoğu’da yaşanan hiçbir olayı Türkiye Cumhuriyetinin NATO/ABD işbirlikçisi pozisyonundan bağımsız olarak düşünemeyiz.
Bugün ise gelinen noktada AKP iktidarı, uzun süren bir pazarlık süreci sonucunda ABD’yi Ortadoğu’da en etkili müttefikinin kendisi olduğuna ikna etmiş durumda.
Gazze ve Filistin’i ne bekliyor?
ABD’nin Afganistan’da yaşadığı hezimet sonrası inisiyatifi Türkiye’ye terk etmesi örneğinde yaşadığımız gibi Ortadoğu’da da NATO’nun sadık ve de becerikli adamı olarak Türkiye düşünülüyor.
AKP iktidarı, üst üste kazandığı ”seçim zaferleri” üzerine oturttuğu, uzun süreli ve güvenilir müttefik profiliyle bu rolü kendisi için istiyor. İçerde “Yeni Türkiye Yüzyılı” olarak pazarladığı bu misyon aslında ABD/NATO bekçiliğinden ibaret.
Türkiye’nin bu pozisyonundan başta İran olmak üzere “Direniş Cephesi”nin tüm aktörlerinin haberi var. Zira daha önce de Hamas’ı seçimlere giren “legal” bir parti olarak dönüştürmeye çalıştığı, 2000’lerin başında ABD ve İsrail’e sunduğu çözüm de “Elimi serbest bırakırsanız Filistin muhalefetini legal hale getirerek silahlı direnişi bitirebilirim” teziydi.
İsrail’le dalgalı bir grafik şeklinde süren bu pazarlık süreci, geldiğimiz noktada masada Türkiye’nin bir “Garantör” ülke olarak veya başka bir formülle Gazze’ye asker çıkarması noktasında devam ediyor. Son gelişmelerde Filistin direniş hareketinin böylesine fedakâr ve cüretkâr bir çıkış yapması da bu sürece dönük bir hamle olabilir.
Zamanlama olarak İran’ın da elinin bağlı olduğu bir dönem bu. Zira 2024 yılında BM’deki İran’a dönük müeyyidelerin geçerlilik tarihi sona eriyor. Dolayısıyla İran’ın bu süreci yeniden başlatacak bir hamle yapmakta tereddüt edeceği öngörülebilir!
Yapılan şey saray iktidarının Filistin ve bölge insanlarının kanı üzerinden kendi emperyal amaçları için ABD/İsrail/NATO ile pazarlık yapmasından ibaret.
Bu kirli pazarlık Rojava’dan Filistin’e kadar coğrafyamızı kana boğmaya devam ediyor, kanın durması için gösterilen çözüm ise emperyalistlerin çıkarlarını sürdürmelerine yarayacak işbirlikçi kapitalist iktidarlar.
Bu ateş çemberini kıracak kıvılcım, enternasyonel bir direnişin örgütlenebilmesi ve fakat daha önemlisi ve öncelikli olarak, bölge halklarının devrimci çekirdeği olan İşçi sınıfın yerellerden kalkarak örgütleyeceği devasa bir işçi sınıfı hareketi olabilir.
Bunu kuramadığımız sürece “büyük oyun”un izleyiciliği dışında bir rol oynamamız mümkün gözükmüyor!